Seküler Süreçte Dini İzlekler

Sekülerlik, içinde yaşadığımız postmodern zamanların farklı disiplin ve konularla ilintileri bağlamında tartışmaların yoğun olarak devam ettiği bir kavramdır. Bilhassa hızlı değişimlerin olduğu ve bu değişimler çerçevesinde dinin farklı formlar kazandığı bir süreçte, terazinin bir kefesinde sekülerlik kendisini önemli bir öge olarak göstermektedir.

Yanısıra dine karşı ilgisizlik, agnostik cereyanlar ve yeni dinsel formlar bağlamında sekülerlik bir şekilde tartışmalara dahil edilmektedir. Bu makale, sekülerleşmenin içeriklerine ve tarihi sürecine kısaca değindikten sonra, bugün özelde Türkiye genelde Müslüman toplumların sekülerleşme ve din ilişkisinde yaşadığı sorunları sosyolojik olarak analiz etme hedefindedir. 

Sekülerleşme Nedir?

Sekülerleşme her şeyden önce insanın nihai hedefinin “dünya” haline gelmesi ile ilintili bir süreçtir ve bu bağlamda Türkçe‘de dünyevileşme şeklinde karşılanmaktadır. Bilindiği üzere dinler açısından nihai hedef ölümden sonraki hayattır. Bu sebeple dinler insana temel yatırımlarını ahiret için yapmasını öğütlerler ve insanı dünyanın aldatıcılığı konusunda uyarırlar. Bu açıdan din ile sekülerlik dolayısıyla modernlik arasında bir gerilim söz konusudur. Esasen bireyselleşme ile birlikte sekülerlik modernliğin üç önemli temelinden birisidir. Bireyselleşme, din ve gelenek bağlarından kopuk bir varoluş oluşturma hedefinde iken, bu bireyin ibresini aşkından içkine doğru değiştirerek dünyaya yönelmesi beklenir ki sekülerleşme bunu içermektedir. 

Sekülerleşmenin ikinci önemli içeriği dini kamusal niteliklerinden soyutlayarak bir özel alan faaliyeti haline getirmesidir. Bu anlamda dinin daha öncesine göre bir alan daralmasına uğramasından bahsedilmelidir. Böylece dinin kamusal alanda bir ahlakilik üretmesi söz konusu olmadığı gibi etkinliği de giderek azalmıştır. Tam da bu noktada, sekülerleşmenin dinin sosyal ve kurumsal etkinlik ve öneminin kaybolması şeklindeki bir diğer içeriğini belirtmeliyiz. 

Esasen erken modernleşme/sekülerleşme teorileri, insanın bilime ve açıklama hacmi arttıkça dinin giderek alan kaybedeceği ve hatta yok olacağını öngörmekteydiler. Fakat bugün bu tez o kadar kuvvetli bir şekilde dillendirilmediği gibi, dinin farklı formlarda insan ve toplum hayatında etkisini artırdığı da tartışma konusu olmaktadır. Öyle ki yeni dini hareketlerden farklı dinsellik formlarına kadar dinin bu canlılığı, katı sekülerleşme teorisinin bırakılmasını sonuçlanmıştır. Bununla birlikte kurumsal dinin zayıflaması ile dünyevileşmedeki gözle görülür artış, seküler bir damarın da toplumda işlemeye devam ettiğini göstermektedir.  

Sekülerleşmenin İçerikleri 

Sekülerleşme sürecinin bir şekilde devam ettiğinin belki en önemli göstergelerinden birisinin dinin toplumda etkin bir referans olmaktan çıkmış olmasıdır. Bunun önemli oranda postmodernleşme ve küreselleşme süreçleri ile ilintisi bulunmaktadır. Nitekim postmodernlik “öznel ben”i ortaya çıkarırken, bir yandan dinin daha öznel formlarda algılanması/yorumlanmasını birlikte getirmiş, diğer yandan öznel benin sınırlarında öznel dini yorum üretmesini sağlamıştır. Bunun sonucu olarak insana dışarıdan gelen dini normlar bireye uygulanan bir cebir gibi düşünülmüştür. Dolayısıyla burada her bakımdan referans, bizzat “öznel ben”in kendisi haline gelmiştir. Diğer yandan küreselleşme, neo-liberal politikalar üzerinden tüketimi yaygınlaştırırken, öznel benin kendisi dışındaki direnç noktalarını etkisizleştirmiştir. Bu da klasik dini anlayışların referans gücüne yapılan bir meydan okumadır her şeyden önce. 

Tüm bunların sonucu olarak sekülerleşme insanda düal bir dünya görüşü oluşturmaktadır: Din ve dünya. Bu düal dünya görüşü din ile dünyanın iki ayrı gerçeklik alanı olduğu argümanından hareketle dünyayı merkeze çekmektedir. Bu ayrışmanın nihai anlamda insan ile Tanrı arasında egemenlik alanlarının paylaştırımı ile dinin statü kaybını da anlattığını belirtmeliyiz. 

Elbette sekülerleşme Batı’nın kendi sosyal dinamikleri ve olayları çerçevesinde bir form kazanmıştır. İster istemez modernliğin Batı dışına yayılması sonucu Batı-dışı toplumlarda da yansımalarını göstermeye başlamıştır. Bu minvalde birkaç noktaya temas etmemiz gerekmektedir. Birincisi, özelde sekülerleşme genelde modernlik söz konusu olduğunda, Batı toplumları ile Batı-dışı toplumlar arasında benzerlikler olduğu gibi farklılıklar da vardır. Sekülerleşmenin batı dışı toplumlardaki yerini ve formlarını dikkatle incelemek gerekir. İkincisi, modernliğin yaygın bir perspektif haline geldiği oranda Batı-dışı toplumlarda buna yönelik değişimler gözlemlenmektedir. Üçüncüsü, özellikle “Batı-dışı toplumlar sekülerliği nasıl yorumlayarak pratize etmişlerdir?” sorusu önem kazanmaktadır. 

Bir kere Osmanlı’nın son döneminden itibaren sekülerleşme sürecini izlemek imkan dahiline girmektedir. Müslüman bir toplumda o günden bu yana din ile gündelik hayat arasındaki gerilim hep dikkat çekici olmuştur. Çünkü bir yandan İslam’ın uzun tarihsel süreç içerisinde oluşturduğu kültür ile modernlikle birlikte Osmanlı’ya aktarılmaya başlayan gündelik hayat pratikleri konuyla ilgili tartışmalarda ağırlıklı yerini korumuştur. Ulemadan başlayarak halk kesimlerine kadar İslam’ın daha önce var olan bütünlüklü ve kapsayıcı yapısı, adım adım değişmeye başlamıştır. Nitekim II. Mahmud’un devlet katından başlayarak gerçekleştirmeye çalıştığı sekülerleşme teşebbüsleri tepkiler çekmiştir. 

Esasen Osmanlı’dan bu yana modernleşme tarihi dikkatle takip edildiğinde, gündelik hayatın farklı alanlarında Batı’dan aktarım yapıldıkça dinle aralarında oluşan gerilim alanları daha net ortaya çıkmıştır. Bunun akabinde devlet katından farklı uyumlulaştırma pratikleri geliştirilmeye çalışılmıştır. Burada gözden kaçırılmaması gereken esas sorun, modernliğin bireyselleşme ve sekülerleşme gibi içeriklerle yeni bir evren tasavvuru yaratması ve bu yeni tasavvurun daha önce dinin belirleyici olduğu tasavvurla gerilimler yaşamasıdır. Dikkat edilirse Osmanlı’nın son döneminden itibaren bir dizi modernleşme politikaları gerçekleştirilmiş ve bu politikalar son kertede toplumda bir sekülerleşme pratiği yaratmıştır. Fakat bu politikalar temelde dini paranteze almak ya da arka planda bırakmak üzere devreye sokulmamıştır. Bu bağlamda temel karakteristiği yukarıdan aşağıya olan Osmanlı ve Türkiye modernleşmeleri “din”le uyum noktalarını hep aramıştır. Fakat modernliğin bizzat “din”i de kendi formatlarında açıklama girişiminde bulunması ve bunu merkezileştirmesi özelde din ve sekülerleşme ilişkisinin Türkiye formunda da belirgindir. 

Bilindiği üzere Osmanlı’da modernleşme “ordu”dan başlamıştır ve bunun en azından Osmanlı devleti için anlaşılır sebepleri vardır. Nihayetinde askeri alanda Batı’daki teknolojilerin taşınması, yeni bir ordunun ihdası ile ordunun eğitimi için Fransa’dan subayların getirilmesi gibi pratiklerin sekülerleşme bağlamında önemli sonuçları olmuştur. Söz gelimi Osmanlı’ya bir zihni perspektif olarak materyalist düşüncenin girişi ordu ve tıp üzerinden gerçekleşmiştir. Bu ise toplumun seküler(leştiril)mesi açısından belirgin ve etkin bir unsur olarak görünmektedir. Yine 1839 yılında ilan edilen Tanzimat fermanı en başta eski varlık ve toplum anlayışını yerinden etmiş görünmektedir. Tanzimat Fermanı ile dinin toplumda sosyal tabakalar üzerinden elde ettiği hakimiyet sonlanmıştır diyebiliriz. Bunların dışında yine farklı alanlarda ıslah yapılması gayesiyle aktarılan hukuk normları da uzun vadede sekülerleştirici bir rol oynamıştır. Ticaret antlaşması, aile hukuku vb. Batı’dan aktarılan normlar arasındadır. Belki burada özel olarak Mecelle’ye değinmek gerekir. Ahmet Cevdet Paşa başkanlığında bir komisyon tarafından hazırlanan Mecelle, son kertede modern dünyanın meydan okumaları karşısında Müslümanların çağı yeniden yeni kodlarla değerlendirme metni olarak görülebilir. Ayrıca eğitimden kadına kadar bir dizi konuda yapılan reformlar ve gelişmeler sekülerleşmeye işaret eden boyutları açısından okunmalıdır. Bu durumda aslında bugüne kadar benzer bir mantalite işlemiştir ki, her seferinde Batı’ya entegrasyonun gerektirdiği düşünülen aktarımlar gerçekleştirilirken, din de bu tartışmaların bir parçası olmuştur. Fakat neticede bugün gelinen noktada, bir sekülerleşme sürecinden bahsetmek mümkündür.

Türkiye’de Din ve Sekülerleşme

Türkiye sekülerleşmesinden bahsederken, Batı toplumları ile Türkiye arasında benzerlik ve farklılıklar bulunduğunu hesaba katmalıyız. Hatta Türkiye sekülerleşmesinin kendisine ait teorisini yapmanın sosyolojik zorunluluk olduğunu da öncelikle bilmeliyiz. Tabii ki bu teorik tartışmayı yapmanın yeri burası değildir. Fakat farklı tez ve iddiaları zihni arka planda tutarak şöyle bir soru ile başlamalıyız: Türkiye özelinde sekülerleşmeden bahsedilebilir mi? Çünkü bazı yazınlar Türkiye’nin Müslüman bir toplum olduğundan hareketle sekülerleşmeden bahsedilemeyeceğini düşünmektedirler. Açıkçası biz aynı kanaatte değiliz. Tabii ki sekülerliğin artarak dinin toplumsal etkinlik ve belirleyiciliğinin yok olacağı şeklindeki klasik sekülerleşme tezinin doğrulanmadığı anlaşılmıştır. Fakat en azından modernleşme sürecinde farklı dindarlık ve sekülerlik formlarından bahsedebiliriz.

Bir kere İslam’da ruhban sınıfının olmayışı sebebiyle, Hıristiyan toplumlarda olduğu gibi ruhban ve laik şeklinde iki ayrı kısımdan söz edemeyiz. Dolayısıyla sekülerleşmenin anlamında içkin boyutlardan birisi olan ruhban sınıfından birisinin bu sınıftan çıkması ya da kilise mülklerinin devlet veya “sivil”lere geçmesi şeklindeki sekülarizasyon pratiğinin bizde bir karşılığı yoktur. Aslında buradan anlaşılmaktadır ki, Batı’da Hıristiyanlığın kurumsallaşmasından itibaren düalist bir dünya görüşü oluşmuştur. Ruhban-laik sınıfları bu düalizmin yansıması olduğu gibi din-dünya, ruh-beden, kutsal-seküler kavramlarının her birinin bağımsız bir ontik kategori haline gelmesi de yansımaların farklı görüngüleridir. Meselâ; Hıristiyan Ortaçağ’ının kapanmasıyla birlikte bu kavram çiftlerinden dünya, beden ve seküler olan belirleyici hale geldiği gibi hakikatin arandığı adresler olmuşlardır. 

İslam’daki tevhit inancı böyle bir düalizmi önleyen mekanizma olarak düşünülebilir. Fakat Osmanlı’dan bu yana devam eden modernleşme sürecinde pratiklerde böyle bir yarılmanın olduğu gözlemlenmektedir. Nitekim dinin bir özel alan faaliyeti haline gelmesiyle birlikte söz gelimi iş hayatı dinsel çeperlerini kaybetmiştir. Böylece dinsel hayat da kendisine ayrılan sınırlar içerisinde işlemeye devam etmektedir.

Dünyanın geldiği yer göz önüne alındığında, kurumsal dinlerin bir statü ve etkinlik kaybına uğradıkları görülmektedir. Bu, bir yanıyla dinin kamusallıktan çekilmesiyle diğer boyutuyla kurumsal dinlerin yeni soru(n)ları kapsayamaması sebebiyledir. Dolayısıyla insanlar kurumsal dinlere dair gündelik hayat pratiklerine mesafeli durabilmektedir. Esasen bu insanların dini bir kenara bırakmaları değil, farklı dinsellik pratiklerinin de oluştuğunu bize göstermektedir. Nitekim Türkiye toplumunda da yeni dini hareketler, seküler dinsellikler ve farklı dinsellik şekilleri oluşmuş görünmektedir. Dolayısıyla “aşkın”dan kopamayan insan aşkınlığa göndergeleri olan yeni dinsel formlar üretmektedir. 

Diğer önemli bir nokta da, en azından gündelik hayat pratiklerine bakıldığında dine olan referansların azalmasıdır. Bu, bir yandan modernleşme çerçevesinde toplumların farklı referanslara müracaat etmesi, diğer yandan kurumsal dinin referans gücünün azalmasıyla ilintili bir durumdur. Ana hatlarıyla bahsettiğimiz bu durumlar Türkiye’nin sekülerleşme sürecinden payını aldığını gösteren örneklerdir. Elbette bunların detaylı analizi ile sosyolojik sebepleri üzerinde ayrıca durulmalıdır. 

Sekülerleşmenin bir başka yansıması ya da boyutu ise, gündelik hayata giren ve “seküler” kutsal olarak adlandırılan görüngülerdir. Bu Batı’da öncelikle hayatın kutsal ve seküler şeklinde düalist biçimde ayrılmasının ardından, “seküler”in insan hayatını bütünüyle kapsayacağı beklentisi gerçekleşmeyince, “seküler” alanda tanımlanan birtakım ögelerinin kutsal formlarla insan hayatında görünmesini anlatmaktadır. Söz gelimi; futbol, moda, müzik, sanat, tüketim gibi ögelerin kutsal bir form kazanarak insan hayatında ayinsel bir hava ile icra edilmesidir. Nitekim kimi konserlerin ayin havasına bürünmesi, futbolun kazanmış olduğu kutsal form bu minvalde değerlendirilmelidir. Bazı sanatçıların evliya mezarı gibi ziyaret edilmesi de öne çıkan örneklerdendir.  

Yine beden üzerine yapılan işlem ve operasyonların da sekülerleşme çerçevesinde değerlendirilmesi mümkündür. Bu durum insan bedeninin “kutsal”lıktan arınarak insanın yeniden kendi bireyselliği çerçevesinde düzenleme yapılmasına açıldığını göstermektedir ki, meşruiyeti dinden değil bireysellikten ve bireysel tercihten almaktadır. Yine 50-60 yıl öncesiyle karşılaştırıldığında bile dilde din referanslı kelime kayıplarının oluşması, artık aşkın ve kutsala referanslı olmayan bir dili yaygınlaştırmıştır. Halbuki dil, hayatı inşa etmenin merkezi olarak önemlidir. 

Sekülerleşme ile ilgili örnekler ve analizler çoğaltılabilir. Burada anlaşılması gereken önemli noktalardan birisi, etkisi dünya ölçeğine yayılan modernleşmenin gündelik hayata nüfuzu ise, bir diğeri de eski dinsel formların değişmesidir ki, sekülerleşme en başta bu çerçevede okunabilir. Fakat “din insan hayatındaki işlevini kaybetmez” ile “insan aşkına müracaat etmeden kendisini bütünlüklü kuramaz” şeklindeki iki öncül, dini geleceğe projeksiyonlarla varlığını koruyacağı şeklindeki yargıyı doğru çıkarıyor görünmektedir.  

  

img

Prof. Dr.
Mustafa Tekin