DİN, LÂİKLİK VE SEKÜLERİZM -Tanrıyı Politikaya Geri Getirme ve Dinin Sosyo-Politik Araç Olarak Kullanımı Üzerine-
1789 Fransız İhtilali ile değişen dünya eko-politik sistemine Osmanlı Devleti gerekli ıslahat ve düzenlemeleri (Tanzimat) yaparak uyum sağlamaya çalıştı. Dünyada yaşanan ekonomi politik gelişmeler, tarihsel İpek Yolu’nun eski değerini kaybetmesi, Osmanlı devletindeki refah kaynaklarının tıkanmasına neden oldu.
Batı’da Rönesans ile başlayan ve Reform ile devam eden gelişmeler karşısında devlete aidiyeti sağlamaya çalışan Osmanlı(cı)lık, İslam(cı)lık fikirleri ile söz konusu gelişmelerin neticesinde yaşanan aksaklıklara karşı direnilmeye çalışıldı. 1912 yılında Balkanlar’da yaşanılan travma Osmanlıcılık, Ortadoğu’da yaşanan gelişmelere İslamcılık öğretisini geçersiz kıldı; ama dağılmayı yüz yıl erteledi. Sonra “Üç Tarz-ı Siyaset”ten Türk(cü)lük öğretisi öne çıkarılarak monarşiden cumhuriyete, çok uluslu devletten (laik-sosyal bir hukuk öneren) ulus devlete geçildiği dünya kamuoyuna açıklanmıştı. Türkiye Cumhuriyeti ilan edilmesiyle tarihsel olarak lider/hakanın kut almasının Müslüman coğrafyasında en uzun parlamenter sisteme sahip devlet olarak Meclis’e devredildi; hanedan/monarşi yönetimi yerine hâkimiyetin kayıtsız şartsız millete ait olduğu vurgulandı.
Osmanlı-Türkiye Cumhuriyeti Kültürel Sürekliliği ve Lâiklik İlkesi
Cumhurbaşkanlığı forsundaki simgelere bakacak olursak, mahiyet ve hüviyet bağlamında daima kendi dili ve kendi bayrağı altında yaşayan Batı (Oğuz) Türkleri lâik, sosyal bir hukuk devleti kurmuşlardır. 1921 Anayasası, o dönemin olağanüstü şartları bağlamında 23 maddelik muhtasar bir siyasal belge olarak düzenlenmiştir. 1 Kasım 1922’ye kadar aslında 1876 Anayasası’nın mevcut anayasa ile çelişmeyen hükümlerinin de geçerli kılındığını hatırlarsak, Osmanlı-Türkiye Cumhuriyeti sürekliliğini de takip etmiş oluruz. Öyle gözüküyor ki, kademeli olarak lâiklik ilkesine geçiş de 10 Nisan 1928 itibarıyla sağlanmıştır.
Bununla birlikte yukarıda Devletin yeni durumlara uyum düzenlemeleri olarak sunduğumuz Tanzimat Dönemi (1839-1876) ile bu kavramsallaşmanın pratiğe geçtiği ortadadır. Çünkü farklı dinlere mensup olsalar da tüm yurttaşların, dil, ırk, renk, cinsiyet ve benzeri sebeplerle olduğu gibi dinî inançları açısından ayrım gözetilmeksizin kanun önünde eşit olma süreçleri tamamlanmış, vicdan ve ibadet hürriyetleri yasal koruma altına alınmıştır.
Bu süreç, 3 Mart 1924 günü epey uzun süren müzakerelerle Adliye Bakanı Seyyid beyin konuşmasıyla tamamlanmış ve Hilafet kaldırılarak egemenliğin millete ait olduğu vurgulanmıştır. Din ve vicdan hürriyeti bağlamında 1924 Anayasasının 75. maddesine bakarsak, “Kimsenin mensup olduğu din, mezhep tarikat ve felsefî içtihadından dolayı sorgulanamayacağı, güvenlik ve toplumsal muaşeret ilkelerine ve kanunlara aykırı olmayan her türlü dinî ayinin serbest olduğu belirtilmiştir.
Şer'iye ve Evkaf Vekâleti (Din İşleri ve Vakıflar Bakanlığı) kaldırılarak din işleriyle ilgili olarak Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuş, Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile eğitim ve öğretim kurumları birleştirilmişti. 4 Ekim 1926’da Medeni Kanun çıkarılmasıyla Lâiklik ilkesinin ön hazırlıkları bitmişti zaten.
Bunun tarihsel temellerinin anayasal düzene geçmek ve devlet düzenini ıslah etmek açısından önemli olan Gülhane Hatt-ı Hümâyûnu (Abdülmecid-Tanzimat Fermanı-1839) belirtilen suç ve cezalarda yasallık vurgusunun sonucu olarak ceza alanında yasalaşmanın temini için bazı maddeleri Fransız Ceza Hukukundan alınan Ceza Kanununun kabul edilmesine kadar gittiğini görürüz. Ayrıca 1850 yılında ilk Ticaret Kanunu çıkarılarak, Şer'iye Mahkemelerinin yanında ticaret ve ceza davalarını görmek üzere lâik yapısı ile Niẓâmiyye Mahkemeleri kurulmuştu. Ahmet Cevdet Paşa başkanlığındaki komisyonun Mecelle diye bilinen çalışmaları bu açıdan önemlidir.
Gülhane bildirisi hazırlayan ekibin başkanı olan Mustafa Reşit Paşa’nın (1800-1858) Sultan II. Mahmut’un son döneminde dış işleri bakanlığına atandığını, 18 Şubat 1856 Islahat fermanının bu sürecin devamı olduğunu hatırlarsak, tarihsel hazır bulunuşluk netleşir. Özellikle Kanun-u Esasi Dönemi tarihlerine baktığımız zaman (23 Aralık 1876-20 Nisan 1924) yeni devletin teorik temelleri iyice açığa çıkar.
İslâm coğrafyasında en uzun süreli parlamenter sistem deneyimi derken de bu süreç içinde I. Meşrutiyet (3 Aralık 1876- 13 Şubat 1878) ve özellikle padişahın anayasaya bağlılık dönemine geçildiği II. Meşrutiyet Dönemi (24 Temmuz 1908-11 Nisan 1920) kastediyoruz. Çünkü yasama, yürütme ve yargı güçlerinin birbirinden ayrıldığı kuvvetler ayrılığı ilkesi bu dönemde benimsendi. Bu açıdan Türkiye Cumhuriyeti’ni hazırlayan süreci Türk Rönesansı’nın ve Türk aydınlanmasının başlangıcı olarak okumayı öneriyoruz.
Lâiklik ve Sekülerizm Terimlerinin Birbirinin Yerine Kullanımı
Batı düşüncesinde Rönesans, Reform, Aydınlanma dönemleri sonucunda baskın öğreti pozitivizm olunca, lâiklik ve sekülerizm özdeş görülme hatasına düşüldü. Lâiklik sadece dinî değerlere değil, siyasi, felsefî her türlü görüşün birini diğerine dayatmadan bir arada yaşayabileceği bir ortamı sağlamayı sağlayan “tarafsız devlet” önceler. Kişi dinî değerleri önceler ve ona uygun olarak yaşamaya çalışır, ama devletin temel ilkesi adalet olup, farklı siyasi, fikri, dinî görüşlerin birbirlerini tolere ederek bir arada barışçıl bir şekilde yaşayacak (tarafsız-dengeli bir) ortamı sağlamasıdır. Zaten din de, insan doğasını (fıtratını) değiştirmek için değil, ondaki genel selameti ve barışçıllığı geliştirmek içindir.
Burada toplum içerisinde dinî konularda her zaman anlaşmazlıklar yaşanabileceğini, bu tür durumlarda otoritenin görevinin anlaşmazlığı ortadan kaldırmak değil, tartışmalar sırasında grupların birini tolere etmelerini sağlamak olması önemlidir. Bu nedenle lâikliğin temelde inanç özgürlüğü olarak sunulmanın ötesinde bir işlevi vardır. Hem farklı dinî, felsefî, siyasi tasavvurlara sahip olanların hem de hiçbir dini öğretiye inanmayanların fikir ve ifade hürriyetini sağlar. Lâiklik kamu düzenini çoğulculuğunu sağlamak ve seküler bir hayatın temini açısından devletin kullandığı hukuki bir yöntem olarak ortaya çıkar.
Bu nedenle olsa gerek, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) bunun kamu düzeninin çoğulculuğunu koruyarak sağlanabileceğini belirtir. Yani farklı inançların hak ve özgürlüklerini korumak, bunun için de inanca dayalı bir ayrımcılığı reddetmek. Bunu sağlamak için de devletin inançlar karşısında tarafsız (lâik) olması gerekir. Çünkü farklı inançlar arasındaki ilişkilerden söz ederken inançların kamu sahasındaki varlığını da zımnen kabulü vardır. Bu aşamada ortaya çıkan sorun, herhangi bir kısıtlamanın nasıl olacağına dairdir?
Kopenhag Belgesi, herkesin düşünce, din ve vicdan hürriyetine sahip olmasının ve bu hürriyetin kamu veya özel sahada inancını dışa vurma ve ibadet etme hakkını içerdiğini, söz konusu hürriyetlerin ancak uluslararası ölçütlere uygun olarak kısıtlanabileceğini belirtir. Nitekim İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’nin 10. maddesinde şu şekilde belirtilmiştir: “Hiç kimse, dışavurumu yasalarla oluşturulan düzene zarar vermediği sürece inançları nedeniyle sorumlu tutulamaz.” Burada bir şart vardır, o da “onların ifade edilmesi, yasa tarafından temellendirilmiş kamusal düzeni rahatsız etmediği sürece” şeklinde belirtilir. Böylece lâiklik din ve siyaset ilişkisini kurarken insanların bireysel yaşam alanlarını korumayı sağlar.
Burada din karşıtlığı ve siyasetin dinden ayrılmasından çok, farklı inanışlara sahip ya da hiçbir inanca sahip olmayan kişilerin bir arada yaşayacakları ortamın sağlanması ve kendi öğretisini bir başkasına dayatmamasının teminini sağlayacak ilkeleri belirlemek ve uygulamaktan söz edilmektedir. Yani lâiklik, siyasi ve hukuki bir ilke olarak devletin örgütlenmesinde “sosyal barış” temini için ana kavramdır. Ama sekülerizm terimiyle hep karıştırılır ve özdeş gibi kullanılır. Oysa lâiklik toplumsal barışı sağlamak için kullanılan bir yöntem, sekülerizm ise hayata dair bir öğretidir.
Bize göre, Aydınlanma felsefesi ve sonrasında hâkim felsefî öğreti haline gelen pozitivizmin teolojik, metafizik aşamaların bittiği ve bilimin görünürler âleminde son sözü söyleyeceği, sonunda dinî değerlerin gittikçe etkisinin kaybedeceği anlamına gelen bir sekülerleşme/dünyevileşme sürecine girileceği düşünüldü. Sosyoloji sekülerizmin bilimi olarak sunulmaya başladı ve yeni sömürgeci zihniyetin temellendirilmesinde veri aygıtı üretimi yapan disipline dönüştü. Garaudy’nin ifadesiyle “Batı Fundamentalizminin Bir Veçhesi Olarak Pozitivizm” köktenci bir öğretiye dönüşüp, dinî değerlerin bir anlamı kalmadığını, bütün değerlerden arınmış bir bilim tasavvuruyla yeni “seküler bir din” olarak sunuldu. (Garaudy, Roger, Entegrizm: Kültürel İntihar, İstanbul 1995, 9-25)
Böylece nesnel sekülerleşme ile toplumun dinî ve metafizik unsurlardan arınıp, bireysel/öznel sekülerleşmenin gerçekleşeceği varsayıldı. Nesnel ve öznel sekülerleşme ile lâiklik terimlerinin özdeş olarak kullanımının ortaya çıkardığı gerilimler “gerekli bir öteki” oluşturma sürecinde oldukça aktif tutulmaya devam etmektedir. Çünkü toplumun ve kültürün sekülerleşmesi bilincin sekülerleşmesini paralelinde getirmemiştir.
Din, modern benliğin sembolik kuruluşundaki rolü anlamında toplumsal önemini korumakla kalmamış, aynı zamanda modernitenin evrimi sürecinde çok daha fazla kamusallaşmıştır. 12 Eylül 1980 fiili askeri darbesi, 28 Şubat 1997 post modern darbe sonrasını bu bağlamda incelendiği zaman 2002 AKP iktidar sürecini ve ortaya koyduğu din politikalarını incelemek bu açıdan önemlidir. Zira özellikle 28 Şubat süreciyle nesnel ve öznel boyutlarıyla sekülerleşme beklerken gittikçe dinîn öbek öbek (sect-mezhep, cemaat) haline getirilişini ifade eden bir “sekralizasyon paradoksu” ortaya çıkmıştır.
Benzer durum “Dindar Nesil” yetiştirilme sürecinde ortaya çıktı. O kadar ki, sanki (30/Rum/32) belirtildiği gibi her biri sahih dinî tasavvurun kendilerine ait olduğunu iddia eden öbeklere (dini gruplara/hiziplere/fırkalara/ cemaatlere) dönüştü. Lâikliğin siyasal ve toplumsal düzeyde çok boyutlu niteliğinin ihmal edilerek; din-devlet ayrımı şeklinde monolitik, tek boyutlu ve indirgemeci bir tanımı sonucunda seküler modern kimlik ve dinsel anti-modern kimlik ayrımı pekiştirilmesi siyasal partiler tarafından taraftarlarının saflarının sıkılaştırılmasında kullanıldı.
Soljenistin, Aleksandr, “Tanrıyı Politikaya Geri Getirin”, çev. Özden Arık, NPQ, Türkiye, (3/9)1996:6) yazısına dikkat ettiğimizde dinî kimliğin kültürel, ekonomik ve simgesel boyutlarının dinîn siyasallaşmasıyla özdeşleştirilmesi ve dinî muhayyilenin yeniden bütün dünyada eş zamanlı bir şekilde canlanması söz konusu olup bu paradoksu beslemektedir.
Tanrı’yı politikaya geri getirmeyi hedefleyen bütün hareketler, din ve devlet ayrımı üzerine temellenen nesnel sekülerleşme; modern kimliğin/benliğin kurulmasında dinî verilerin dışlanmasını hedefleyen öznel sekülerleşme ayrımından hareket etmektedir. Hâlbuki dinî kimliğin toplumsal alan içindeki karmaşık, değişken ve dinamik niteliğini anlamadan, modernleşme-sekülerleşme ilişkisinin karmaşık ve krizlere dönük değişebilir yapısını sosyolojik düzeyde çözümlemeden, sekülerizmin farklı yerlerdeki uygulamalarının mukayeseli tahlillerini yapmadan, dinî ve kültürel çoğulculuğun teminatı olan lâiklik sorununu çözemeyeceğimiz açıktır.
Örneğin 1979 yılından beri İslam Cumhuriyeti olarak (Şiî fıkhına dayalı) şeriat ile yönetildiğini söyleyen İran’da halkın seküler yaşam tarzından vazgeçtiği söylenemez. 1999, 2009, 2017, 2019 ve özellikle 300’den fazla insanın öldüğü 2022’deki toplumsal hareketlere bakıldığında insanların seküler hayat tarzı, sosyal adalet, ekonomik refahına yönelik karşı uygulamaları kabul etmemektedir. Selefi/Vahhabi öğretiye dayanarak şeriat uyguladığını söyleyen Suudi Arabistan ve Hanefi/Sünni fıkhına göre şeriat uyguladığını söyleyen Taliban Yönetimindeki Afganistan halkının toplumsal yaşantılarına ve dünyaya yaydıkları İslam tasavvuruna baktığımız zaman durum daha net gözüküyor.
Yahudi şeriatını önceleyenlerin yoğunlukta olduğu İsrail’de lâiklik, herhangi bir dine mensup olmayan kesim ile Yahudi toplumu içinde kendini herhangi bir mezheple tanımlamayanlar olarak kendini gösterir. Bununla birlikte nüfusun %20’sini oluşturan Ortodoks Yahudiler ve din adamlarının politikada etkili olmasının lâik-seküler kesimi (%40) oldukça rahatsız ettiği de bir gerçek. Ortodoks Yahudilerin dışında (%40) geleneksel Yahudilerin hayat tarzlarına baktığımızda seküler hayat tarzını önceledikleri görülmektedir.
Türkiye’ye dönecek olursak, “Muhafazakâr Demokrasi” tasavvuruyla lâik ve seküler vatandaşlar ile dindarlar arasında var olduğu söylenilen gerilimi gidereceğini iddia eden AKP iktidarı, dindar bir nesil yetiştirecek uygulamalar ortaya koyduğunu söyleyerek nesnel sekülerleşmenin öznel sekülerleşmeye dönüşmediğini göstermek istedi. Daha önce 28 Şubat sürecinde sayıları iyice azaltılan İHL hızla çoğalmaya başladı, yeni ilahiyat fakülteleri açıldı, Diyanet İşleri Başkanlığı özlük haklarında önemli gelişmeler sağlanarak daha aktif oldu. Dernek, vakıflar adı altında bütün dinî gruplar (cemaat-tarikatlar) ekonomik-politik olarak oldukça gelişmesini sağlayacak destekler sunuldu. Ama tıpkı nesnel sekülerleşmenin bireyi seküler hale getireceği ve toplumu dinî metafizik unsurlardan arındıracağı iddiası gibi dindar nesil yetiştirmede de başarılı olunmadı. Nesnel/resmi olarak dindarlaşma politikaları bireysel dindarlığı artırmadığı gibi deizm ve hatta ateizmin yaygınlaştığı tartışmaları gündeme geldi. Bu da gösteriyor ki, resmi söylemlerle ne bireyi daha dindar yapmak mümkün, ne de seküler.
Seküler yani dünyevileşmek kavramını insanın iki gününün aynı olmaması gerektiğini söyleyen, sürekli çalışıp üretmesini isteyen, dünyayı ahiretin tarlası gibi görüp nitelikli bir hayat yaşamayı ön gören İslamiyet için söyleyeceksek, bu din dünya içindir, ahiret için değil. Diğer bir ifadeyle İslam: “Hiç ölmeyeceğini zanneden biri gibi çalışmayı, yarın ölecek biri gibi de tedbirli olmayı önerir. Özetle daima itidalli-adaletli, iffetli-ahlaklı davranmayı öneren bir din olarak İslamiyet dünyeviliğe son derece önem verir.”
İslam: Dünya-Âhiret Dengesi
İslam, insandan sürekli çalışıp kazanmayı, ailesine ve çevresine nitelikli bir hayat sağlamasını ister. Öyle ki, “Allah’ın sana verdiği servet ile ahiret yurdunu ara; dünyadan da nasibini unutma, Allah sana nasıl iyilik ettiyse sen de öyle iyilik et.” (28/Kasas/77) denilmesi bu nedenledir. Dünyada dingin, huzurlu ve mutlu bir hayat yaşamak (tahsilu’s-saade) ahirette nihai mutluluk ve kurtuluşa (saadetü’l-kusva) ulaşmak önemlidir. Dolayısıyla din öncelikle dünyevîdir, uhrevilik bunun sonucudur. Orada insanın ancak çalıştığının karşılığı vardır (K.K.53/Necm/5) Bu nedenle inanan kişi, ‘Rabbimiz! Bize dünyada da iyilik, ahirette de iyilik ver ve bizi ateş azabından muhafaza eyle’ (2/Bakara/201) diye dua eder.
Buradan hareketle Sekülerizmde eğer bu dünyada mutlu yaşayacak temel ilkeleri sağlayacak bir dünyevilikten söz edilip bu modernlikle özdeş kılınıyorsa, dinî değerleri öncelemenin bunun çelişiği olmadığını söyleyebiliriz. Sekülerleşme, hem Türk modernizesinin kurucu bir unsuru olarak geri kaldığı düşünülen toplumu seküler ve modern bir millet haline dönüştürme; hem de dinî kimliğin tanınma ve farklılık iddialarını içeren hayati bir siyasi proje olarak işlev görmüştür. Dolayısıyla lâiklik ve dindarlık birbirinin çelişiği değildir. Lâik devlet, dindar veya herhangi bir metafizik öğretiyi benimsemeden yaşamayı tercih eden bireyin bir arada ve barışçıl bir şekilde yaşayabilmesi için gerekli şartları hazırlar.
Lâik Türkiye, DİB ve Sekülerizm
Bu açıdan modern Türkiye’nin hem Müslüman bir ülke hem de lâik ve seküler bir siyasal toplumsal yapı öngörmesi önemlidir. Bu noktada aktif ve pasif lâiklik ilkesi arasındaki farka dikkat edersek lâik bir ülkede “Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bir anlamı yoktur.” diyenlerin de tutarsızlığını görmek mümkün olabilir. Özellikle Büyük Britanya Krallığı’nı seküler yapısını merkeze alarak söyleyecek olursak, monarşik bir yapının kendine özgü bir dinî öğreti sistemi (Anglikanizm) olması ve Kralın/Kraliçenin bu silsilenin en başında olmasına dikkat edelim. VIII. Henry’nin 1534 yılında Avrupa’da reformlar bağlamında kurduğu Anglikanizm kilisesi, Kraliçe Elizabeth’in 1563 senesinde 39 madde halinde yeniden düzenlemesiyle İngiltere’nin resmi mezhebi haline gelmiştir.
Büyük Britanya Krallığı hem dinîn siyasal bir araç olarak kullanımının önüne geçmeyi hem de monarşiyi koruyan seküler bir toplumsal siyasal kurmuştur. İngiltere’nin yanı sıra İspanya, Hollanda, Danimarka, İsveç, Norveç Belçika, hem monarşiyi hem de seküler yapıyı korumaya çalışmaktadırlar.
Lâik, demokratik ve sosyal bir Cumhuriyet olan Fransa’nın mevcut Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un Andorra’nın eş prensi olarak kraliyet görevlerini de yürüttüğünü de görünce, Osmanlı monarşisi yerine Cumhuriyeti kuran ve hanedanı reddeden Türkiye’nin tercihinin tutarlılığı ortaya çıkar. Hanedan/monarşi reddedilerek demokrasi ilkesinin en çağdaş ve mantıki uygulamasını sağlayan hükümet şekli olan “Cumhuriyet” ilan edilir. Diyanet İşleri Başkanlığı kurulur. Vatandaşlara din hizmetlerini oranlı eşitlik bağlamında götürerek adalet üzere hareket etmeyi önemser.
Sonuç
Devlet, DİB kurarak dinî her türlü araçsal kullanımının ortaya çıkaracağı sorunları aza indirgeyerek insanın iman ve amel kanunu olarak akıl ve serbest seçimle taklit olunacak hak ve hayır/iyilik kanunlarının tamamı olan dinî sahih kaynaklardan hareketle uygulanmasını sağlamıştır. Nitekim “Dindarlık” insanın çalışarak kazandığı bir sıfatıdır, kişiye ait bir tutumudur; yani insanın dinîn/fıtratının ilkelerini bileyerek iyilik ve güzellikte yarışmasıdır. Dolasıyla lâiklik ile dindarlık birbirinin çelişiği değildir, birinin varlığı diğerinin yokluğunu gerektirmez.