SEKÜLERLEŞME “DİNDEN UZAKLAŞMA” MI “DÜNYAYI HAZMETME” Mİ

İnsanlık tarihinin başından beri din ile dünya arasında bir karşıtlık görüldüğü anlaşılmaktadır. Bu karşıtlık bazen dünyevi ihtiyaçların yeterince karşılanamadığı ve anlam dünyası evrenini dolduracak kavram eksikliğinden, bazen de insanın, içinde yaşadığı dünya hakkındaki bilgi eksikliğinden kaynaklanmaktadır.

Yine tarihi bilgilerimiz, bazen dinin dünya üzerinde, bazen de dünyanın din üzerinde baskı kurduğu dönemlerden bahseder. Esasen temel mesele, insanın dünyaya gelişinden itibaren devamlı bir gelişme yaşaması, fakat bu gelişmenin, bazı dönemlerde yavaş, bazı dönemlerde ise hızlı olduğunda düğümlenmektedir. Başka bir ifadeyle tarihin farklı coğrafyalarında, farklı kültürlerinde ve farklı dönemlerinde bu gelişmeler farklı hızlarda cereyan etmektedir. Konunun düğümlendiği bir başka nokta, insanlığın başlangıcından beri Tanrı’nın, yeryüzündeki insanlarla ilgilendiği ve onlarla farklı zaman, şekil ve karizmatik şahsiyetler yoluyla temasa geçip mesajlar iletmesidir. Bu şahsiyetlerin gayretleriyle insanın ihtiyaçlarını karşılayan ve kurumsal hale gelen dinler, toplumlardaki bireylerin hayatını etkilemekte ve yönlendirmektedir. Şu halde din insan içindir ve toplum halinde ve bu dünyada yaşanmaktadır. Fakat dinler, dünyada Tanrı’nın tavsiye ve emirlerine göre ve uhrevi hayat için yaşanmaktadır. Öyleyse insan hayatında iki önemli hadise cereyan etmektedir: din ve dünya. İnsan dünyada dini hayatı yaşayacaksa dünyevi ihtiyaçlarını nasıl anlamlandıracak, nereye konumlandıracak, din anlayışı ile dünyevi ihtiyaçları çatıştığında nasıl davranacaktır. Konuyu başka ifadelerle derinleştirelim: İslam söz konusu olduğunda 1500 yıl önceki mü’minlerin yaşadığı hayata yol gösterici olarak düzenlenen ya da yaşanan dinin, dünyevi ihtiyaçlara önerdiği çözümler, günümüzün mü’minlerin dünyevi ihtiyaçlarına çözüm olacak mıdır? Devam edelim, 1500 yıl önceki insanların kültür, toplum, siyaset, eğitim, aile ve din anlayışları, bugün yaşadığımız kentleşme, sanayileşme, iletişim ve ulaşım teknolojisinin sunduğu imkanlar, ekonomik sorunlar, bilginin yayılma hızı, kullandığımız dijital ve mekanik araçların zihinsel kodlarımızda gerçekleştirdiği değişimlere cevap verebilecek durumda mıdır? Son ve nihai sorumuzu soralım, Din ve dünyayı birlikte mi değerlendirmeli, yoksa ikisinin bütün ilişkisini keserek mi bakmalıyız? Yani bütün ömrümüzü (bütün insanlığa hitaben, 1500 yıl önce yaşayan insanların anladığı şekilde) Tanrı’nın emir ve tavsiyelerine uyarak geçirecek ve dünya hayatının bütün nimet ve imkanlarını elimizin tersiyle itecek miyiz? Tümüyle dini bir hayat yaşayacak ve hiç ‘dünyevileşme’yeceğiz. Hatta dini hayatımızı sürdürürken, din anlayışımız, 1500 yıl önceki mü’minlerin kutsal metinlerden ya da Hz. Muhammed’in (SAV) fiil ve söylemlerinden anladıklarıyla sınırlı olacak. Yani bizim aklımız ve hayat tecrübelerimizin hiçbir kıymeti yok. Yani bizim suçumuz, Hz. Muhammed’in (SAV) zamanında yaşamamak, onun kutsallığından nasibdar olmamak. Yani Peygamber’in vefatından sonra birbirine kılıç çeken Müslümanların aklı ve kutsal metinleri anlama ve yorumlama gücü bizden daha yüksek. Bu soruları saçma bulanlar, bugün yaşadıklarımızın ve anladıklarımızın da çok kıymetli olduğunu düşünenlerdir. Onlar, insanlığın ve toplum hayatının sabit olmadığı, devamlı değişmeyle karşı karşıya olduğunu bilenlerdir. Ben de böyle düşünüyorum. Tanrı’nın 1500 yıl önce yaşayan insanlara söylediklerini benim nasıl anladığım önemliyse, benim bu dünyada ve bulunduğum coğrafyada, kültürde, toplumda, insanlar arasında yaşarken edindiğim zihinsel kodlarla olaylara, evrene, kutsal metinlere, maneviyata, ekonomiye, siyasete, aileye, bilime bakışım da önemlidir. O halde sadece uhrevi hayat değil, dünyevi hayat da önemlidir. İki hayatın birini diğerine tercih edemeyiz. İşte burada “sekülerleşme” konumuza dahil olmalıdır.

Ortaçağa kadar dünyanın çeşitli coğrafyalarındaki toplumlarda yüksek düzeyde değişimler olmuyor, değişimlerin hızı, aşağı yukarı birbirine yakın seyrediyordu. İmparatorlukların birbirlerine siyasi üstünlük sağlama mücadelelerinin dışında yavaş da olsa çeşitli toplumlarda bilimsel ve teknolojik gelişmeler gerçekleşiyor, ama bunlar dünya tarihinin akışını kökten değiştirecek güce ulaşamıyordu. Batılı toplumlarda hızlanan coğrafi keşifler, rönesans ve reformasyon hareketleri, sanayileşme, kentleşme ve kitle iletişim araçlarının yaygınlaşması gibi gelişmeler dünyada büyük değişimlere kapı aralamış, batılı olmayan toplumları da derinden etkilemiştir. İnsanlık tarihine bakıldığında ilkel topluluklardan yüksek medeniyet düzeyine ulaşmış toplumlara kadar bütün toplumlarda dinin çeşitli düzeylerde varlığına rastlandığı, kaynağının, insan bilgisinin evrendeki olayları anlayıp izah etmedeki, tabii olaylar karşısındaki yetersizliği, korkuları vb. bazı tecrübelere dayandığı bilinmektedir. İnsan hayatında bu yetersizliklerin kaybolmasıyla din anlayışında da değişmeler görülmekte, bu durum, insan hayatındaki dini alanı daraltırken, ister istemez seküler alanın genişleyip çeşitlenmesine sebep olmaktadır. Peki o halde sekülerleşme kavramının anlam yolculuğu nasıl başlamış, nerelere kadar gelmiştir?

Latince ‘secularity’ kelimesinin İngilizcesinden türetilmiş olan sekülerlik, yine latince’deki ‘şu an içinde bulunulan zaman’ anlamına gelen ‘seaculum’ kelimesiyle de ilişkilendirilmiş, IV. asırdan beri de ‘bir dönemin ruhu’ düşüncesine kadar uzanan “dünya” anlamını da taşımaya başlamıştır. Kavram zamanla dış dünyadan soyutlanarak, kendilerine dini bir hayat disiplini kurarak yaşayan manastır rahiplerinin insanlara başka açılardan hizmet veren ‘seküler’ papazlardan ayırt edilmesine de yol açmıştı. Böylece aynı zamanda Tanrıyla ilişkili olmayan bir hayat tarzı anlamını da kapsayan kavram, zamanla sivil hukukla kilise hukukunu birbirinden ayırmakta kullanılır hale gelmişti. ‘Sekülarizasyon’ ifadesi de batıda ilk defa 1644-1648 yılları boyunca Katoliklerle Protestanlar arasındaki din savaşlarının sonunda yapılan Westfalya anlaşması metinlerinde kullanılmıştır. Bu ifadeyle kilisenin elinde bulunan malların kamulaştırılması kast edilmiş, böylece bu ibareyle ‘ruhani iktidara ait olan dünyevi gücün mülkiyet ve kontrolü dünyevi iktidara verilmiştir. ‘Sekülerlik’in bir düşünce akımı olarak Protestanlıkta, dinden arındırılmış dünyevi bir hayat tarzının tesis edilmesi, yani dinin dünyevi olan her türlü eylem ile ilişkisinin kesilmesiyle tamamen ferdi ve kişisel bir boyuta indirgenmiş ritüeller ve inançlara sıkıştırılması, IXX. asırda Holyoake tarafından benimsenmiştir. Anlaşılıyor ki kelime, sosyal bilimlerin kullanışına hazır hale geldiğinde bir hayli karmaşık, hatta olumsuz anlam evrenine de sahipti. Fenn, sekülerleşme sürecini beş aşamada değerlendirmektedir: Birincisi erken dönemde ortaya çıkan farklı dini roller ve kuramlardır. İkincisi dini ve seküler alanlar arasındaki sınırları belirleme isteğine dayanır. Üçüncüsü, toplumun çeşitli kesimlerine mal olmuş dini sembollerin gelişimini ihtiva eder. Dördüncü aşamada toplumlar farklılaşmış ve kişisel ‘durum tanımları’ ortaya çıkar. Beşinci aşama bireysel yaşamın, ortaklaşa yaşamdan ayrılmasıdır. Görülüyor ki kavram, hem farklı anlamlar, hem de yönlendirici önermeler şeklinde kullanılmaktadır. Bunlar arasında ‘dinin düşüşü’, ‘dinin gerilemesi’, ‘dini alanın seküler alandan ayrılması’, ‘kurumsal dinin dönüşümü’, ‘bilimin aydınlık ışığıyla karanlığı yok etmesi’ sayılabilir. Sadece epistemolojik, sosyolojik ve siyasi değil, teolojik, ontolojik temelinin de bulunduğu anlaşılan bu kavramı basit olarak, belki bunların hepsini kapsayacak şekilde dinin hem toplumda hem de birey bilincinde gerilemesi olarak tanımlayabiliriz.

Türkçede ilkin laiklik, asrilik ve çağdaşlık gibi anlamlarda kullanılan bu kavram pek yaygınlık kazanmamış, ‘seküler’i karşılamak üzere ‘dünyevi’, ‘sekülerleşme’nin karşılığı olarak ise ‘çağdaşlaşma’ ve ‘dünyevileşme’ kavramı kullanılmıştır. Fakat bunlar da kavramı tamamen karşılayamamış, İlahiyat çevresinde felsefi ve teolojik olarak ‘derin sapkınlık’ ve ‘gaflet’ olarak olumsuz çağrışımla kullanılmış olsa da bu yorumlarda, insanın, dünya hayatına fazla önem verip dini ve manevi motivasyonlardan uzak kalması vurgulanmıştır.

Sekülerleşmenin anlam yolculuğuna göz attığımızda Batı dünyasındaki Aydınlanma döneminin bilimsel ve teknolojik gelişimini görürüz. Kavramı sosyoloji literatürüne Weber kazandırmıştır. Weber, rasyonelleşme yoluyla dünyanın büyü ve esrardan uzaklaştırılması anlamında ‘dünyanın gözünü açması’nı ‘sekülerleşme’ olarak nitelendirir. Kavramı meşhur eden Berger, “kültür ve toplum sektörlerinin dini kurum ve sembollerin egemenliğini ortadan kaldıran bir süreç” olarak tanımlar. Sekülerleşmeyi ‘salgın hastalık’ olarak görür. Batılı olmayan toplumlar açısından bu hastalığın taşıyıcısı Batı Medeniyetidir. Demek ki uzun bir geçmişe sahip olan bu kavramın sosyal bilimler literatüründe günümüzdeki anlamıyla kullanılması yenidir. Kavram çeşitli zaman, dönem ve toplumlarda anlam kaymalarına uğramıştır. Berger sekülerleşmenin köklerinin Yahudi-Hristiyan dinsel geleneğinin kendi bünyesindeki sebeplerine işaret ederken, Eski Ahit teolojisinin dünyayı ruhsallıktan arındırmak için faaliyet gösterdiğini, buna göre sadece Tanrı’nın kutsal olduğunu, dünyanın insanın kullanımına sunulduğu bakış açısının geçerli olduğunu ifade eder. Bu bakış açısı Tanrı’nın, insanların kontrol kaynaklarını ve sorumluluklarını kötüye kullanma tutumuna sahip olmalarına izin veren bir süreci geliştirmiştir, böylece insanlığa, yeryüzünde egemenlik kurabilmek için yol gösterilmiş ve bu tutum, teknoloji ve bilimin gelişmesinin önünü açmıştır. Berger’in bu yorumu, Hıristiyanlığın, sekülerleşme yönünde bir gelişme eğilimine müsait olduğu anlamına gelir mi? Sekülerleşmede dini geleneğin dışındaki başka birçok dünyevi faktörlerin de etkili olduğunu daha önce belirtmiştik. Bu sürecin özellikle Hıristiyan sosyal çevrelerde ortaya çıktığı açıktır. Diğer dini geleneklerde böyle bir eğilim meydana gelmediği gibi, sanayileşme, modernleşme ve kentleşmenin etkisinden de bahsedemeyiz. Şu halde sekülerleşme olgusunun gelişiminde Yunan akılcılığının büyük etkisini göz ardı edemeyiz. Ayrıca Eski Ahit’teki bazı dinsel temellere dayandırılsa bile sekülerleşme sürecinin gelişiminde Yahudilik’teki ‘gayri tabii’ Tanrı anlayışının Hıristiyanlık’ta daha ileri götürülmesinin büyük payı olduğunu da itiraf etmeliyiz. Bu süreci Rönesans ve Reform hareketlerine dayandırmak, tarihi olaylara daha uygun gibi görülmektedir. Çünkü Hıristiyanlık’ta, Rönesansla, sanat, bilim ve felsefede tabiata yönelme ortaya çıkmış, böylece konu ve metot açısından İlahi olandan tabii olana doğru yönelme sonucunda Tanrısal güçler devre dışı bırakılmıştır. Ayrıca Reformasyon hareketleri sonucunda genel olarak Hıristiyanlığa ve özel olarak da Katolik kilisesine karşı çıkılarak birçok Protestan kilisesinin neşv ü nema bulmasıyla tanımlanan yenilik hareketleri bunda önemli bir rol oynamıştır. Reformasyon hareketleri Avrupa’da büyük değişmelere yol açmıştır. Bunlardan iki tanesi çok önemlidir: Birincisi Latin Kilisesinin parçalanması, ikincisi devlet kilisesi ya da bölgesel kiliselerin ortaya çıkması.

Anlaşılıyor ki sekülerleşme Batılı toplumların geçirdikleri sosyolojik süreçlerin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Batılı olmayan toplumlar bu sürecin dışında kalabilir mi? Dünyanın bilimsel ve teknolojik gelişmesi sonucunda İslam dünyasının da bu gelişmeden uzak kalamayacağı düşünüldüğünde sekülerleşme sürecinin dışında kalması pek mümkün görünmemektedir. O halde soruyu şöyle soralım: İslam dini sekülerleşmeye ya da dünyevileşmeye nasıl yaklaşmaktadır? Bu konuda iki görüş bulunmaktadır: Birincisi İslam’ın sekülerleşmeye izin vermediğini, ikincisi İslam’ın sekülerleşmeye olumlu baktığını iddia etmektedir.

İslam’ın sekülerleşmeye olumlu yaklaşmadığını iddia edenler Hıristiyanlarla Müslümanların tarihi tecrübelerinin farklı şekilde tecelli ettiği, rasyonelleşme, modernleşme, sanayileşme ve şehirleşme süreçlerinin Batıda yaşandığını ileri sürmektedir. Ayrıca Hıristiyanlıktaki Hz. İsa’nın Tanrısal niteliği ile Kilisedeki Ruhban sınıfının imtiyazlarının iki din arasında yapısal farklılığa işaret ettiğini savunmaktadır. Dolayısıyla İslam’ın Hıristiyanlıktan farklı olarak kendi iç dinamiklerinden kaynaklanan sebeplerle iki sebeple sekülerleşmeye olumlu bakmaz. Birincisi sabit, ikincisi dinamiktir. Sabit olanı, iman doktrini olup, tevhid, ahiret ve risalet anlayışına dayanır. Dinamik olanı ise muamelat denilen geniş bir alandır. Bu alanda, Hıristiyanlıkta olduğu gibi mü’minin Kutsal metinde bulamadığı çözümleri din alimlerinin yorum yetkisine değil, her mü’minin ‘akıl’ gücüyle ve ‘içtihat’ yoluyla bulmalarına verilen cevazlardan dolayı sekülerleşmenin oluşmasına izin verilmemiştir.

İslam’ın sekülerleşmeye olumlu yaklaştığını savunanlar da iki dinin farklı tarihi tecrübelere ve farklı yapısal özelliklere sahip olduğuna işaret etmektedir. Bu görüşe sahip olanlar İslam’ın siyasi alanda herhangi bir yönetim şekli önermediğini, dünya işlerinin düzenlenmesini insanlara bıraktığını ileri sürerek, Batıda çetin mücadeleler sonucunda elde edilebilen din-dünya ayırımının, İslam’da bu sebeple başından beri mevcut olduğunu iddia etmektedir. Zaten İslam, başından beri bireyi muhatap almakta ve sorumluluğu ona yüklemiş, tarihi süreç içinde sistematize edilen İslam Hukuku, Müslümanların toplumsal ve dünyevi hayatını ‘kazüistik=vicdan’ hukuku olarak düzenlemiştir. Yine Kur’an’da ve hadislerde İslam’ın akılcılığa ve bilime önem verdiğini gösteren birçok örnek bulunmaktadır. Ayrıca kutsal metinlerde bulunmayan toplumsal, bireysel ve dünyevi çözümlerin, akıl yürütülerek ‘içtihat’la bulunmasının, bu konularda Allah’ın emir ve yasaklarının dışında kalan geniş bir serbestlik (mübah) alanı olmasının ileri sürüldüğünü görüyoruz.

Artık sekülerleşme konusunda can acıtıcı sorulara devam etmek istiyoruz:

Sekülerleşmeyi dünyevileşme, hatta gırtlağına kadar dünya işleriyle hemhal olma, daha ileri gidelim dinden uzaklaşma şeklinde anlarsak nelerden vazgeçmemiz gerektiği konusunda beyin fırtınası yapalım. Peygamberimizin hiç ölmeyecekmiş gibi bu dünya için, yarın ölecekmiş gibi ahiret için çalışmalıyız mealindeki tavsiyesine kulak tıkayalım. Kur’an’da, biri dışında hepsi geniş zaman kipinde olmak üzere 49 yerde geçen akıl kelimesinin, bu vesileyle Allah’ın doğru düşünmenin önemini vurgulamasının üzerinde hiç düşünmeyelim. Okumanın, öğrenmenin öneminin vurgulandığı, bana bir harf öğretenin kölesi olurum ilkesini hayatımızdan çıkaralım. Kur’an “hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” ayeti çerçevesinde bilme faaliyetini çok önemli görmektedir. Bilme faaliyetini de kapsayan bilim kavramı Kur’an’a göre doğruyu ifade etmekte, dolayısıyla bilme faaliyeti doğruyu araştırıp bulmak olarak temellendirilmektedir. Şu halde bilim için gözlem yapmak, aklımızı kullanarak toplumsal ve bireysel hayatımızı, devletin kurumsal faaliyetlerini örgütlemek, yaşadığımız coğrafya ve mekanı ihtiyaçlarımıza uygun hale getirmek, Allah’ın yarattığı kainatı gözleyebilmek için araçlar geliştirmek, toprağı işlemek, ürünleri sulamak için sulama sistemlerini ve hayvancılığı geliştirmek, hem kendi ülkemizde hem de dünyanın farklı coğrafyalarında bilim ve teknolojik faaliyetleri takip etmek, bilginin yayılmasını sağlayarak bilginin ve bilimin evrensel hale gelmesini teşvik etmek vb. gibi nice faaliyetleri insanın bu dünyada yaşamak ve hayatını idame ettirmek için yapmak zorunda kaldığı iş ve işlemler arasında sayabiliriz. Ayrıca bunların hepsini sekülerleşme ve dünyevileşme sadedinde değerlendirebiliriz. Eğer bunları ve daha nicelerini yapınca insanlar dinden uzaklaşıyor ya da evvelce dinin kapsadığı alanları şimdi din dışı faaliyetlere devrediyorsa burada insanın hayatını sürdürmek için zorunlu olduğu faaliyetleri terk ederek hayati fonksiyonlarını sürdürmekten uzaklaşması mı gerekiyor?

SONUÇ 

İnsan hayatının akılcı örgütlenmesiyle, Rönesans ve reform hareketleriyle dinin varlığının ortadan kalkacağı sonucuna varan Batılılar, bu olayı sekülerleşme olarak kavramsallaştırınca, tarihi süreç içinde sekülerleşmenin yanlışlandığı örnekleri de görünce yanlış bir teori kurduklarını itiraf ettiler. Batılı olmayan toplumlar ise dinlerin ortadan kalkmadığını, sadece dini ve toplumsal olaylara evvelce verilen anlamların değişmek durumunda kaldığını anladılar. Şu halde dinler ortadan kalkmıyor ve dini algı ve kurumlar farklı şekiller altında varlığını sürdürüyor. Bunun sebepleri arasında bilim ve teknolojinin, insan hayatının karanlık noktalarını ortadan kaldırarak onları değişik platformlarda yeniden bir araya getirmesi, onları farklı kavramlar etrafında yeniden bütünleştirmesi sayılabilir. İçinde ülkemizin de bulunduğu Müslüman topluluklar önce modernleşmeye ve onun üretimleri arasında sayılan demokrasi, ticaret, sanat, özgürlük, bireyselleşme, hukuk, kitle iletişiminin yaygınlaşmasına ve nihayet sekülerleşme süreç ve kavramsallaştırmalarına çeşitli derecelerde düşmanlık besledi. Sekülerleşmeyi sebep olarak görüp, onu beslediğini düşündüğü bütün insani faaliyetleri şeytanlaştırdı. Halbuki bizce insanın bu dünyada yaşamak için gerekli bulduğu iş ve işlemler haram değildir. Her türlü faaliyette aşırılıklardan uzak orta yolu tavsiye eden dinimiz İslam, bu konuda da aşırılıklara cevaz vermemektedir. İnsanı aşırılıklardan uzak tutabilmek için mübah birçok eylemi yasaklamak ya da şeytanlaştırmak insanın bu dünyada yaşamasını zorlaştırmaktan başka bir işe hizmet etmez. Ayrıca bu tutum, ‘Allah’ın halifesi’ insana ve onun Allah’tan aldığı ‘cüz’i iradesine’ güvenmeme anlamına gelir. Dini veya İslam’ı, Asrı Saadet’te yaşayanlarla aynı şekilde anlama ve yaşamayı hayal edip bekleyenler, insanın yaşadığı toplumun dinamizmini kavrayamayanlardır. İslam dünyasına olumsuz olarak nitelediğimiz sonuçlara odaklanıp sebepler ve faktörlere kafa yormaktan uzaklaşmayı değil, toplumsal sorunlarımızın sosyolojik analizlerini akli muhakemeden geçirmelerini tavsiye ediyoruz. Çünkü kendi toplumunun sosyal düzenini sağlayamayan, onların ihtiyaçlarını göremeyen toplumların dini, bırakın insanlığı kurtuluşa götürmeyi, kendi toplumlarını bile kurtuluşa eriştiremez. Asrı saadetten günümüze gelinceye kadar insanlıkla birlikte Müslümanların da hayatı değişmiş, ihtiyaçları değişmiş ve çeşitlenmiş, toplumsal düzenleri farklılaşmıştır. Bunları göremeyenler ve 1500 yıl önce yaşayanlarla aynı şeyleri taklit etmeye çalışanlar tarihin çöplüğünde debeleneceklerdir.

KAYNAKÇA

Altıntaş, R., “Teolojik Sekülerleşmenin Neden Olduğu İnanç, Davranış ve Problemler”, CÜİFD, 6 (1), 2002, ss. 55-83.

Berger, P. L.,“Dini Kurumlar”, çev. A. Çiftçi, Toplum Bilim Yazıları, Anadolu Yay, İzmir, ss. 71-137.

Berger, P. L., Kutsal Şemsiye, Dinin Sosyolojik Teorisinin Ana Unsurları, çev. A. Coşkun, Rağbet Yay, İstanbul, 2000.

Gorski, P. S, “Historicizing the secularization debate church, state and society in late medieavel and early modern Europe, ca. 1300 to 1700”, American Sociological Review; Feb.; 65 (1), 2000, ss. 138-168.

Güler, İ., “Dünyanın Başına Gelen ‘Derin Sapkınlık’: Dünyevileşme”,İslamiyat, 4 (3), Temmuz-Eylül, 2001, ss. 35-58.

Günay, Ü., Güngör H., Ecer V., Laiklik, Din Ve Türkiye, Adam Yayınları, Ankara, 1997, 172.

Günay, Ü., “Dinin Bireysel ve Toplumsal Boyutu”, AÜİFD, Cumhuriyetin 75. Yıldönümüne Armağan, Özel Sayı, Ankara, 1999, ss. 91-117.

Hocaoğlu, D., “Sekülarizm, Laisizm ve Türk Laisizmi”, Türkiye Günlüğü, Temmuz-Ağustos, S. 29, 1994, ss. 35-77.

Reçber, M. S., “Realizm, Din ve Dünyevileşme”, İslamiyat, 4 (4), Temmuz-

Eylül, 2001, ss. 19-35

Swatos, W. H. and Chiristiano K. J., “Secularization Theory: The Course of a Concept”, Sosyology of Religion, 60 (3), Fall, 1996, ss. 209-228.

img

Prof. Dr.
Niyazi Akyüz