KÜRESEL GÜNEY’İN YÜKSELİŞİ VE GELECEĞİ
Küresel Güney, günümüz uluslararası ilişkiler literatüründe en önemli kavramlardan biri haline gelmiştir ve giderek daha fazla akademik çalışmanın odağı olmaktadır. Bu kavram, Soğuk Savaş döneminde kullanılan “Üçüncü Dünya” veya Bağlantısızlar Hareketi ya da Birleşmiş Milletler’deki G77 gibi terimlerle tamamen örtüşmemektedir. Küresel Güney, son 10-15 yıl içinde uluslararası sistemde öne çıkmaya başlamıştır.
Soğuk Savaş döneminde dünya, iki kutuplu bir düzende yapılandırılmıştı: Batı Bloğu ve Doğu Bloğu. “Üçüncü dünya” olarak tanımlanan ülkeler, bu bloklardan bağımsız kalmaya çalışarak kendi kendine yeterlilik politikaları benimsemiştir. Günümüzde ise Küresel Güney ülkeleri, birden fazla blokla aynı anda pragmatik işbirlikleri yapmayı amaçlayan bir anlayışa sahiptir. Mısır, Türkiye ve Güney Afrika gibi ülkeler, Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa Birliği, Rusya ve Çin ile ticaret yapmak, yatırım ve teknoloji çekmek istemektedir. Bu ülkelerin ortak özelliklerinden biri, çoklu bağlantılılık politikası izlemeleridir.
Ekonomik olarak değerlendirildiğinde, Küresel Güney ülkelerinin çoğu gelişmekte olan ülkelerdir ve ekonomik büyümeyi hedeflemektedirler. Bu ülkelerin bazısı coğrafi olarak ekvatorun kuzeyinde, örneğin Türkiye, NATO üyesi olmasına ve Batı ile yakın ilişkiler kurmasına rağmen, bağımsız bir dış politika izleme eğiliminde olması nedeniyle Küresel Güney olarak değerlendirilebilir. Çoğu Küresel Güney ülkesinin sömürge geçmişi bulunmamaktadır, ancak büyük küresel aktörler arasında denge siyaseti izlemekte ve çeşitli bloklarla eş zamanlı olarak ilişki kurmak istemektedirler.
Küresel Batı, belirli ülkeleri kapsamaktadır: ABD, Kanada, Avrupa Birliği üyeleri, Japonya, Güney Kore, Yeni Zelanda ve Avustralya gibi ülkeler bu grubun içinde yer almaktadır. Küresel Doğu ise günümüzde giderek netleşmektedir ve başlıca Rusya, Çin, İran ve Kuzey Kore’den oluşmaktadır. Bunun dışında kalan tüm ülkeler Küresel Güney kapsamında değerlendirilebilir. Orta Asya’daki Türk Cumhuriyetleri, Afrika ve Latin Amerika ülkeleri ile Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi zengin Ortadoğu ülkeleri de bu grupta yer alabilir.
Küresel Güney ülkeleri, dış politikada dengeyi korumak, kendi bağımsızlıklarını sürdürmek ve büyük güçler arasında tarafsız kalmak istemektedir. Bu ülkelerin stratejik otonomi kavramını benimsemeleri dikkat çekicidir. Farklı iç siyasi sistemlere sahip olmalarına rağmen (örneğin, Suudi Arabistan’da monarşi, Türkiye’de demokrasi, İran’da İslamcı bir rejim), dış politikada bağımsız bir duruş sergilemektedirler. Ukrayna Savaşı ve Gazze gibi uluslararası krizlerde Küresel Güney ülkeleri, belirgin bir taraf tutmaktan kaçınarak, Rusya ve ABD gibi büyük güçlerle ilişkilerini dengeleme çabası gütmektedirler. Örneğin Hindistan bu konuda başarılı bir örnektir.
Bu ülkeler ticaret devleti olma hedefini gütmektedir. Küreselleşme sürecinin bloklaşma veya kutuplaşmalarla kesintiye uğramasını istememektedirler. Bu bağlamda, ABD ve müttefikleri ile Çin ve Küresel Doğu ülkeleri arasındaki artan kutuplaşma, Küresel Güney ülkelerini rahatsız etmektedir. Avrupa Birliği üyeleri bile, ticaret ortaklıkları nedeniyle zaman zaman Küresel Güney perspektifine yaklaşabilmektedirler. Almanya, Fransa, Güney Kore ve Japonya gibi ülkeler de, Rusya ve Çin arasında sıkışmaktan memnun değillerdir.
Ancak bu ülkelerden farklı olarak, Küresel Güney ülkelerinin çoğu, keskin bir tercih yapmak zorunda kalmaktan kaçınarak çok merkezli bir dünya düzeninin sürmesini arzu etmektedir. Bu bağlamda, stratejik otonomi kavramı Küresel Güney’in dış politika yaklaşımını anlamada kilit bir rol oynamaktadır.
Küresel Güney Neden Yükselişte?
Küresel Güney ülkelerinin elinde çok önemli bir avantaj bulunmaktadır: Küresel Güney ülkeleri, Çin-Rusya Bloğu veya Amerika ve müttefiklerinin, Küresel Güney ülkelerinin çoğunu kendi yanlarına çekmedikleri takdirde, bu büyük güçler arası rekabette etkin bir sonuç elde edemeyeceklerini bilmektedirler. Dolayısıyla pazarlık gücü, bu ülkelerden yana. Bu durum, günümüz dünyasını Soğuk Savaş dönemiyle kıyaslandığında farklı kılan en önemli özelliklerden biridir.
Orijinal Soğuk Savaş döneminde, Üçüncü Dünya ülkeleri üzerinden bir rekabet yaşanıyordu; bu durumu göz ardı etmiyorum. Büyük güçler doğrudan birbirleriyle yüzleşmek yerine, Üçüncü Dünya ülkeleri üzerinden dolaylı bir rekabet stratejisi yürütüyordu. Ancak o dönemde Üçüncü Dünya ülkelerinin büyük güçler karşısında pazarlık gücü sınırlıydı ve büyük güçler onlara fazla muhtaç değildi. Günümüzde ise durum değişmiş durumda; büyük güçler, Küresel Güney’e daha fazla ihtiyaç duymaktadır. Bu nedenle, Çin’in Kuşak Yol Girişimi karşısında Amerika ve Avrupa Birliği’nin Global Gateway gibi projeler geliştirmeye çalışması veya Hindistan ve Japonya’nın alternatif kalkınma projelerini desteklemesi, Küresel Güney ülkelerinin ilgisini çekmek ve bu ülkeleri kendi taraflarına kazanmak amacı taşımaktadır.
Bu durumu gören ve farkında olan Küresel Güney ülkeleri, günümüzde büyük bir avantaja sahiptir. Bu ülkelerin daha görünür hale gelmeleri ve seslerini daha güçlü duyurmaları, uluslararası istikrar açısından da olumlu bir durum yaratmaktadır. Bu sayede, potansiyel bir ikinci soğuk savaşın veya sıcak savaşın önlenmesi mümkün olmaktadır.
Örneğin ASEAN, Güneydoğu Asya’dan 10 ülkenin 1970’lerde bir araya gelerek oluşturduğu bir örgüttür. Bu örgüte üye olan Singapur, Tayland, Endonezya ve Malezya gibi ülkelerin pozisyonlarına baktığımızda, ne körü körüne Çin yanlısı ne de Amerika yanlısı olduklarını görmekteyiz. Çin-Amerika kutuplaşmasından büyük ölçüde rahatsızlar ve ekonomik anlamda Çin’e bağımlı olmalarına rağmen, güvenlik açısından Amerika’nın bölgedeki varlığını sürdürmesini istemektedirler. Çünkü Çin ile baş başa kalmaktan ve Çin’in bölgesel etkisine tamamen maruz kalmaktan çekinmektedirler. Amerika’ya olan ihtiyaçlarını kabul etmekle birlikte, Çin’i düşman veya Amerika’yı mutlak bir müttefik olarak görme eğiliminde değillerdir. Bu dengeci yaklaşım, Küresel Güney ülkelerinin genel dış politika çizgisine örnek teşkil etmektedir.
Küresel Düzenin Geleceği Nereye Gidiyor?
Bu soruya birçok gözlemcinin yaptığı bir tespit ile cevap verebilirim ki bu görüşe ben de katılıyorum: Eski düzen sona erdi, ancak yerine yeni bir düzen henüz kurulmadı. Bu ifade oldukça isabetli. Çünkü bir geçiş süreci içerisindeyiz. Liberal dünya düzeni veya kural temelli dünya düzeni olarak adlandırılan yapı, küresel sorunlara yanıt üretemez hale geldi. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi işlevini yerine getiremiyor, Dünya Ticaret Örgütü çalışamaz durumda ve ABD, serbest ticaretin savunucusu olmaktan uzaklaşıp farklı bir ekonomi politikası izliyor. Avrupa Birliği’nin kendi kurumsal bütünlüğünü sürdürebilip sürdüremeyeceği bile sorgulanmakta. Dünya Bankası ve IMF gibi kurumlar, Doğulu ülkelere bekledikleri önemi vermediği için etkinliklerini yitirmiş durumdalar. Alternatif uluslararası örgütler, BRICS gibi yapılar her geçen gün daha çok gündeme geliyor. Şu anda bir geçiş dönemindeyiz; geçiş dönemleri daima zorluklarla doludur ve puslu bir ortam yaratır.
Bu belirsizlik ortamı, özellikle Rusya gibi oldu-bitti yapmayı hedefleyen aktörler için fırsat sunmaktadır. Şu anki küresel iklim, güçlü olanın çıkarını koruma eğiliminde olduğu bir yapı oluşturmuş görünüyor. Bu durum, küresel düzeyde olmasa bile bölgesel düzeyde çatışmaların veya gerilimlerin, hatta savaşların yaşanabileceğine işaret ediyor. Bu elbette olumlu bir durum değil. Hatta sıcak çatışmalar yerine siber savaşlar, bilgi savaşları veya hibrit savaşlar gibi yeni çatışma biçimleri ülkeler arasında baskı aracı haline gelmiş durumda. Bu ortamda herkes kendi çıkarını koruma peşinde, ancak bu istikrarsızlık ve kuralsızlık, küresel sorunlara çözüm bulmamızı zorlaştırmaktadır. Küresel Güney ülkeleri, bu kuralsızlıktan rahatsızdır ve düzenin sağlanmasını istemektedirler.
Buradaki kritik soru ise şudur: Bu kuralları kim koyacak ve nasıl uygulanacak? Büyük güçler arasında bu konuda bir uzlaşı yok ve bu durum ciddi bir endişe kaynağı. Umuyorum ki bir Üçüncü Dünya Savaşı’na gitmiyoruz; böyle bir savaş felaket olur. Nükleer silahların varlığı, olası bir küresel savaşın tüm dünya için yıkıcı sonuçlar doğurabileceğini gösteriyor.
Günümüz ülkeleri, uzun vadeli normlar ve değişmez değerler yerine, daha çok pragmatik çıkarlar ve kısa vadeli beklentiler doğrultusunda esnek ve geçişken işbirlikleri kurmaya çalışmaktadır. Örneğin, AUKUS, QUAD veya Çin-Rusya ilişkisi gibi belirli temalar etrafında az sayıda ülkenin oluşturduğu geçici ve informal işbirlikleri bu anlayışın örneklerindendir. Bu, tam anlamıyla ideal bir yapı olmasa da geçici bir düzen sağlamaktadır. Ancak dünya bu şekilde devam edemez. Bu, dünyanın farklı bölgelerinde küçük işbirliği kümelerinin oluşmasına yol açar; ancak bu da küresel çapta ülkelerin birbiriyle iletişim kuramaması anlamına gelir. Ülkeler arasında çok taraflı işbirliği mekanizmalarının güçlenmesi gerekmektedir.
Yuval Harari’nin son kitabında vurguladığı gibi, ortak normlar temelinde bir araya gelinmesi önemlidir. Dünyanın en acil ihtiyacı, Birleşmiş Milletler’in kapsamlı bir reform süreciyle kendini yenileyerek güçlü bir yapı olarak ortaya çıkmasıdır. İrili ufaklı işbirliği mekanizmalarıyla kısa vadeli çıkarların peşinde koşmak yerine sürdürülebilir ve uzun vadeli bir işbirliğine ihtiyaç duyuyoruz.