GÜNCEL ULUSLARARASI DÜZEN VE BİRLEŞMİŞ MİLLETLER
Uluslararası düzenin güncel durumunu ortaya koymadan konuşmalarda değinilen bazı konularda fikir beyan edeceğim. ilk etapta Çin, Şangay ve NATO üçgenini ele almak daha doğru olacaktır. Öncelikle Şangay İş birliği Örgütü’nün NATO benzeri bir oluşum olmadığını belirtmek gereklidir.
1996’dan beri üzerinde çalıştığım Çin Halk Cumhuriyeti’nin, kısa ve orta vadede küresel güç olma potansiyelini sınırlı görüyorum. Küresel bir güç olmayı hedefleyen bir ülke uluslararası arenaya müdahil olmalıdır. Böyle bir hedefle hareket eden bir ülkenin, Suriye’de yalnızca inşaat projeleri gerçekleştirerek varlığını göstermesi, yeterli bir aktör etkisi yaratmamaktadır. Bununla beraber, İsrail-Filistin meselesine dair açıklamalar yapmak ancak eylemlerin yalnızca barış açıklamalarıyla sınırlı kalması küresel güç olma yolunda yeterli bir etki arz etmemektedir. Çin ekonomik olarak önemli bir güç merkezi olmasına rağmen, güncel dünya konjonktürünü kutuplu bir yapı olarak değerlendirmek doğru olmayacaktır. Dünyada şu anda çok merkezli bir evrim süreci yaşanmaktadır. Bu süreçle birlikte ekonomik, askeri ve siyasi güçlerin farklı coğrafyalarda belirgin hale geldiğini söylemek doğru olacaktır.
Örneğin, bugün Brüksel’i siyasi bir merkez olarak nitelendirebilirken bir kutup olarak belirtmek doğru olmayacaktır. Amerika Birleşik Devletleri dahil olmak üzere artık Soğuk Savaş Dönemi hegemonik yapısının sergilendiğini söylemek mümkün değildir. Kutupsal bir sistemde değil, daha çok bölgesel örgütlerin ve bölgesel güçlerin kendi alanlarında etkin hale geldiği çok merkezli bir dönemdeyiz. Bu doğrultuda Türkiye de bölgesel bir güç olarak ön plana çıkmaktadır.
Bu noktada, millilik kavramına ilişkin vurgunun önemi göz ardı edilmemelidir. Özellikle Türk gençliğine bu bağlamda şu hususu ifade etmek gerekmektedir: Sistemlerin değişmesi doğal bir süreçtir; ancak asıl korunması gereken, milli devletimizin onuru ve bağımsızlığıdır. Bu doğrultuda, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın ilk dört maddesi, devletimizin temel ve değişmez ilkelerini temsil etmektedir. Söz konusu maddeler, milli kimliğimizin ve egemenliğimizin teminatı niteliğindedir.
Birleşmiş Milletleri ele alacak olursak kuruluş temellerini incelemek gerekmektedir. 19. yüzyıla baktığımızda çok kutuplu bir sistem görülebilmektedir. İngiltere ve Fransa’nın liderliği ve ardından Amerika Birleşik Devletleri’nin uluslararası sisteme dahil olması, Birinci Dünya Savaşı sonrası uluslararası yapının dönüşümüne zemin hazırlamıştır. Özellikle Wilson’ın 14 ilkesiyle dünya üzerindeki küçük devletlerin korunmasına yönelik bir çaba ortaya konmuştur. Ancak, Milletler Cemiyeti olarak bilinen bu yapı, Fransa ve İngiltere’nin baskın politikalarının bir aracı haline gelmiştir. Bu dönemde ise davet üzerine Cemiyet’e kabul edilen tek ülke Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti olmuştur.
II. Dünya Savaşı sonrasında kurulan Birleşmiş Milletler, iki hegemon güç olan Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği’nin katılımıyla daha etkili bir platform oluşturmayı hedeflemiştir. BM’nin Soğuk Savaş esnasında etkili olup olmadığı tartışmalı bir konudur ancak karşıt tarafların varlığı söz konusuydu. O dönemde bölgesel güçler bulunmamakta ve mevcut yapıya itiraz eden ülkeler etkisiz hale getirilmekteydi.
Soğuk Savaş’ın sona ermesi, komünist rejimin yıkılışının yanı sıra Batı’da da ciddi değişimlere neden olmuştur. NATO ve ABD’ye olan bağlılık sorgulanmaya başlamıştır. Örneğin, Avrupa’nın, Amerika Birleşik Devletleri ve NATO ile aynı fikirde bulunduğu herhangi bir kriz yaşanmamıştır. Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un “Şu anda yaşadığımız NATO’nun beyin ölümüdür” söylemi bu duruma örnek verilebilir. Ancak Rusya’nın Ukrayna’ya müdahalesi, Avrupa’nın yeniden Amerika ve NATO’nun güvenlik mevcudiyetine ihtiyaç duymasına sebep olmuştur.
Tüm bunlardan yola çıkarak dünyanın çok merkezli bir yapıda olduğunu söylemek mümkün olacaktır. Siyasi, askeri ve ekonomik merkezlerin olduğu, bölgesel örgütlerin ve güçlerin daha fazla ön planda olduğu bir dönemdeyiz. Bununla birlikte BM’deki yapısal sorunlar, dünya barışının kalıcılığını olumsuz anlamda etkilemektedir. Güvenlik Konseyi’nin reforme edilmemesi halinde Birleşmiş Milletler’de gerçek anlamda bir reformdan bahsedilmesi doğru olmaz demek mümkündür. Veto yetkisi gibi yapısal değişiklikler söz konusu olmadan BM, belli ülkelerin çıkarları doğrultusunda hareket eden bir yapı halinde varlığını sürdürecektir.
Örneğin BM, barış gücü etkinliği konusunda büyük sorunlar yaşamaktadır. Çin, en fazla asker ve sivil uzman gönderen ülke olarak BM barış gücü içinde yer aldığını öne sürmektedir ancak Filistin gibi kriz bölgelerine barış gücü gönderildikten sonra söz konusu krizin çözüldüğünü söylemek mümkün değildir. BM’nin insanlığın ihtiyaçlarına daha iyi yanıt verebilmesi için reform bir zorunlu gereklilik konumundadır. Bu doğrultuda Güvenlik Konseyi’ne daha fazla temsilci eklenmesi, sivil toplum kuruluşlarının BM içinde temsil edilmesi gibi değişiklikler gerekmektedir.
Günümüzde, sivil bir görünüm sergilerken askeri söylemleri benimseyen ve “savaş olmadan sistem değişmez” şeklinde görüş bildiren bir kesim dikkat çekmektedir. Ancak, özellikle akademik bir perspektiften bakıldığında, bu tür söylemlerin uygun olmadığı açıktır. Akademik yaklaşım, sorunların çözümünde şiddet içermeyen yöntemleri ve yapısal reformları öncelemelidir.
Birleşmiş Milletler (BM) sistemi, küresel barış ve güvenliği sağlama amacıyla kurulmuş olup, uluslararası iş birliğinin güçlendirilmesi yoluyla sistemsel değişikliklerin savaşsız bir şekilde gerçekleştirilebileceğine dair önemli bir zemin sunmaktadır.
Savaş, insanlık için telafisi mümkün olmayan yıkımlara neden olan bir felakettir ve bu nedenle, savaşın önlenmesi ve barışın korunması BM’nin en temel ve vazgeçilmez önceliği olmalıdır. Sistemde yapılacak reformlar, küresel barışın sürdürülebilirliği açısından büyük önem taşımaktadır ve bu reformların çatışmasız bir şekilde hayata geçirilmesi, uluslararası toplumun ortak sorumluluğu olarak değerlendirilmelidir.