KÜRESEL GÜNEY AMERİKAN HEGOMANYASINA KARŞI MI?
Sovyetler Birliği’nin ani çöküşü, Francis Fukuyama gibi siyaset bilimcilerin daha çok liberalizmin zaferine odaklanmasına neden olmuştur. Fukuyama, liberalizmi Soğuk Savaş’ın etkisinden olsa gerek ideolojiler üzerinden tarihsel gelişmeler ışığında değerlendirmiş ve ideoloji olarak liberalizmin Uluslararası politikada tek kaldığını iddia etmiştir.
Fukuyama’nın 1989 yılında yayımlanan “The End Of History” adlı makalesinin yayımlandığı dönemden itibaren Soğuk Savaş Sonrası dünyanın, liberalizmin albenisi ile beraber dönüşeceği umudunun uzunca yıllar canlı kaldığından bahsedebiliriz. Liberal dünya idealizmi için çok da işlerin yolunda gitmediğinin ilk farkına varanlardan birinin Fareed Zakaria olduğunu belirtebiliriz. Zakaria, 1997 yılında “The Rise of Illiberal Democracy” adlı makalesini Foreign Affairs’te yayımlamıştır. Zakaria, liberal demokrasinin sadece adil ve özgür seçimler yapılarak sistemsel olarak varlığının korunmasının mümkün olmadığını belirtmiştir. Ona göre liberal demokrasinin sağlıklı bir şekilde varlığını sürdürebilmesi için “hukukun üstünlüğü”, “güçler ayrılığı”, “ifade ve düşünce özgürlüğü”, “din ve mülkiyet hakkı”nın sağlanması esastır. Bu kriterlerden hareketle liberal demokrasinin varlığının ve yaşatılmasının kolay olmadığı sonucuna varılabilir. Zira Zakaria bu makalesinde o dönem de dünyada bulunan 193 devletin 118’nin (%54.8) demokratik olarak tanımlandığını belirtmiştir. Günümüzde ise demokratik devlet oranının %43’e gerilediği söylenebilir. Liberal dünya düzeninin devletlere belli başlı kriterler dayatması özellikle “ulusal güvenlik” konularını göz ardı etmesi, seçimlerin olduğu fakat birbiriyle benzeşmeyen demokrasilerin “liberal demokrasilere” bir tehdit olarak algılanmasının önünü açmıştır. Soğuk Savaş’ın kasvetli atmosferinden hareketle, “ideolojik” söylemlerin, çoğu zaman ideolojik temele dayanmayan ya da bu temele oturtulamayan devlet gruplaşmalarının etkisiz kalmasına neden olduğu sonucuna varılabilir. Nitekim Üçüncü Dünya devletlerinin Soğuk Savaş dönemi boyunca geliştirdiği “Bağlantısızlar” söyleminin görece etkisiz kalmasının sebeplerinden birisinin bu olduğu düşünülebilir. Zira günümüz dünyasında Soğuk Savaş’ın keskin ideolojik bölünmüşlüğünden farklı olarak komünist devletlerin liberal ekonomik düzene ayak uydurduğu; liberal devletler olarak tanımlanan devletlerin ise ideolojik aşırılıkları kabul ettiği, hatta bu devletlerde radikallerin iktidara geldiği ideolojik esnekliğin arttığı bir süreç yaşanılmaktadır.
Küresel Güney
Yukarıda günümüz koşulları için belirtilen uluslararası politik ortam, liberal ittifakın daha çok tartışılmasına neden olurken; diğerlerini nitelendirilebilecek bir grubun tanımlanmasını çok daha zorlaştırmıştır. Bu koşullarda ‘Küresel Güney’ kavramının imdada yetişebileceği söylenebilir. Nitekim Stewart Patrick ve Alexandra Huggins 2023 yılında “The Term ‘Global South’ Is Surging It Should be Retired” adlı makalesinde bu duruma dikkat çekmişlerdir. Uluslararası Politika gündemine “Küresel Güney” kavramı tekrar geri gelmiştir. Patrick ve Huggins’in belirttiği üzere küresel güney kavramının ilk kullanılışı Kuzey’in Güney üzerindeki ekonomik hegemonyasına bir tepki olarak kullanılmıştır. Öyle ki 1970’lerde Üçüncü Dünya ülkelerinin ekonomik düzen arayışının sembolü olmuştur. Bu dönemde Küresel Güney’in etkili bir ekonomik düzen yaratamamasının başında bu ülkelerin yeterli sermaye birikimine sahip olmaması ve yeterli teknolojik ilerlemeyi sağlayacak “yaratıcı yıkım koşullarına” sahip olmamasından kaynaklandığı söylenebilir. Çağdaş piyasaların 1970’lerde şekillenmeye başladığı düşünüldüğünde, karşılıklı kredilerin kolaylaştırılmasını hedefleyen SWAP sisteminin ABD ve İngiltere işbirliğiyle geliştirilmesi, o dönemin koşulları bağlamında değerlendirildiğinde, ‘Küresel Güney’in kredi ilişkileri açısından Batı’ya olan bağımlılığını pekiştirmiştir. Yakın dönemde ise ABD ve Avrupa Birliği tarafından Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik işgal girişimine karşı uluslararası ödeme sisteminden çıkarılma yaptırımı uygulamaya konulmuştur. SWIFT sistemi de SWAP sistemi gibi 1970’lerde Batı ittifakı içerisinde geliştirilmiştir. Rusya’nın SWIFT sisteminden çıkartılma girişimine rağmen Rusya ve Çin’in kendi ödeme sistemlerini geliştirmeleri uluslararası politik ortamın 1970’lerden çok farklı olduğunu bize göstermektedir. Zira teknoloji çok hızlı gelişmekte ve teknolojinin bilgi paylaşımı Soğuk Savaş dönemine göre fersah fersah kolaylaşmıştır. Bu teknolojik gelişmeler, ‘Küresel Güney’in geçmişteki hatalarından ders alması durumunda, oldukça etkili bir yapıya dönüşebileceği ihtimalini gündeme getirmektedir.
Küresel Güney ülkelerinin liberal ülkelerde olduğu gibi birbirine “benzeme” kaygısının olmadığı söylenebilir. Bu özellik Küresel Güney devletlerinin ekonomik-siyasi konularda işbirliğini Soğuk Savaş dönemlerinde zorlaştırsa da günümüz koşullarında kolaylaştırıcı rol oynayabilir. Fakat burada ‘Küresel Güney’ devletlerinin işbirliğini kendi çıkarlarının çerçevesinde pragmatist bakış açılarına tercih edip etmeyeceği önümüzdeki dönemlerde daha belirgin hale gelebilir. Zira ‘Küresel Güney’ devletlerinin liberal demokrasilerin olmazsa olmaz ilkelerinden ziyade devletin bekasına yani Raison d’être’ya odaklandığı söylenebilir. Küresel Güney devletlerinin devletin bekası konusunda ne yapmaları gerekiyorsa onu yapma konusunda aynı fikirde oldukları söylenebilir. Fakat tam bu noktada Küresel Güney’in bir problemi olduğu vurgulanabilir. Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi ‘Küresel Güney” sadece Üçüncü Dünya devletlerini mi içerecektir yoksa gelişmekte olan bölgesel güçleri içine katabilecek midir? Bu sorunun cevabı olumlu olursa Küresel Güney’in uluslararası politikada etkili bir aktör olabileceği iddia edilebilir.
Küresel Güney’in uluslararası arenada söz söylemesini kolaylaştıran avantajlar yukarıda sayılmıştı. Fakat klasik realistlerin belirttiği gibi küresel rekabette güç dengesinin sağlanabilmesinin yollarından birisi ittifaklardır. Nitekim ABD; Asya Pasifik’te kendince gelişen tehditlere karşı Avustralya (AU), Birleşik Krallık (UK) ve Amerika Birleşik Devletleri (US) arasında AUKUS ittifakı kurmuştur. Uluslararası gelişmelere Küresel Güney bir tepki veya alternatif bir bakış açısı gösteremediği sürece Soğuk Savaş döneminde yapmış olduğu hatalara devam edeceği öngörüsü yapılabilir. Zira Küresel Güney oluşumu, kendi politik söylemlerine jeopolitik açıdan kilit ülkeler olarak sayılabilecek Çin, Brezilya, Endonezya, Güney Afrika, Türkiye gibi ülkeleri eklemleyerek başlayabilir. Küresel Güney’in, stratejik eklemlenme sürecini daha eşitlikçi ve kapsayıcı bir ekonomik dünya düzeni söylemi çerçevesinde başarıp başaramayacağının, daha somut ve uygulanabilir politik söylemler geliştirmesine bağlı olduğu vurgulanabilir.
Özetle dünya devletlerinin önünde temel bir seçim var gibi gözükmektedir. Bu seçim eski güç politikalarına ve geçmiş yüzyılların güç dengesi diplomasisine geri dönüş gibi durmaktadır. Avrupa devletlerinin önderliğini çektiği güç dengesi diplomasisinin 1648’den I. Dünya Savaşı’nın sonuna dek çok da istikrar sağlayan bir düzen olduğunu söylemek mümkün değildir. Amerikan hegemonyasını dengeleyebilecek bir girişim olup olmadığı konusu ‘Küresel Güney’ devletlerinin ortaya koyacağı beceriye bağlıdır. Zira Küresel Güney söylemi BM çatısı altında 134 devleti kapsayan coğrafi bir oluşum olarak mı kalacak; yoksa yapısal sorunlara dert yanma yerine çözüm geliştirebilen bir oluşum olabilecek midir? Dolayısıyla bu durum ‘küresel güney’ devletlerinin yaşadığı en büyük yol ayrımı durumundadır. Hindistan Başbakanı Narendra Modi’nin G-20 zirvesinde Küresel Güney devletlerinin bir sözcüsü edasında enerji güvenliği, borç-kredi çıkmazı, gıda krizi, Covid-19 gibi konuları dillendirmesi Küresel Güney açısından önemlidir fakat yapısal sorunların çözümü açısından yeterli midir? Cevabın çok yeterli olmadığını söyleyebiliriz. Çünkü, çok kutuplu dünya düzeninin emarelerinin daha görünür olduğu günümüzde ‘Küresel Güney’ devletlerinin yapısal sorunların çözümüne dair söylem, tutum ve davranış geliştirmeleri gerekmektedir. Bu başarılamazsa Immanuel Wallerstein’in Kuzey-Güney ayrımına sadece ‘küresel’ kavramının ‘güney’ kavramına eklemlenmesi ve eğretileme olma özelliğinden başka bir faydası olmayacaktır. Kısaca ‘Küresel Güney’ varlık sebebini Amerikan Hegemonyasının karşısına koyabilecek midir? Bu soru, akademisyenler, siyaset bilimciler tarafından gelecek günlerde tartışılmaya devam edecektir.