BİTMEYEN DRAM VE HUKUKSUZLUKLAR ZİNCİRİ: İSRAİL VE FİLİSTİN MESELESİ
Uluslararası hukuk bağlamında ortaya çıkan bu trajik durum, şüphesiz sadece Filistin'in Gazze üzerinden konumlandırdığı bir devlet kurabilme hayali ya da bölünmüş topraklar üzerinde Batı Şeria’da yeni bir kimlik arayışı olarak değerlendirilmemelidir.
Gelinen nokta, 1815 Viyana Düzeni’nden bu yana devam eden ve 200 yılı aşkın bir süredir Avrupa egemenliği üzerinden kurgulanmış Batı medeniyeti tasavvurunun yavaş yavaş sonuna gelindiğinin açık bir göstergesidir.
1919-1920 sürecinden beri devam eden Milletler Cemiyeti rejimi, kuvvet kullanmayı açık bir şekilde yasaklayacak bir hükmü barındırmamakla birlikte barış içinde yaşama düsturu üzerinden hareket ediyordu. Fakat Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra İkinci Dünya Savaşı’na kadar gelinen noktada, 1937 ve 1938 döneminde yaşanan işgalleri ve 1939 ile beraber yeni bir cihan harbini önleyemedi.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan Birleşmiş Milletler sistemi ise kuvvet kullanımını açık bir şekilde yasakladığı gibi aynı zamanda devletlerin egemenlik ve eşitlik prensibi üzerinden yaşam bina etmelerinin zorunlu olduğu, içişlerine karışmama prensibi ve sınır güvenliğini belki de bugün uluslararası hukukun en temel kurumların inşa ettiği cümlelerle süslü bir metin ortaya koydu. Fakat gelinen nokta itibariyle üzerinden 80 yıl geçtikten sonra, 1945’te imzalanan San Francisco Mutabakatı bugünün gerçeklerini karşılayabilecek kadar grift bir alanı kapsayabiliyor mu ya da bugünün doğruları üzerinden bina edilen yeni hukuksuz sisteme adapte olabilecek kadar esneklik gösterme kabiliyetine sahip mi soruları üst üste gelmeye başladı.
Şüphesiz Gazze’de yaşanan dram, açık bir şekilde sistemin sorgulandığı, uluslararası güvenlik teorilerinin kendini bir kere daha gözden geçirmek zorunda olduğu ve uluslararası hukukun temel ilkelerinin uzun yıllardan beri anılmasına da gerek hissedilmeyen örf ve adet kurallarının her birinin tarumar olduğu yepyeni bir dönemi ortaya koydu.
Bahsi geçen bu dönem, hukuk sisteminin yeniden taş devrine döndüğü; hukuksuzluğun, gündelik hayatın doğal, normal, olağan bir parçası haline geldiği ve korkarım ki bir süre sonra yaşanan bu trajedinin sadece uluslararası hukuktaki yaptırım gücü olmayan suçun ve suçlunun yanına kaldığı bir modelden, bazı devletlerde iç hukuk sistemlerine bile sirayet edebilecek büyük çaplı eşitsizlikleri, büyük çaplı adaletsizlikleri doğurma yolunda emin adımlarla ilerliyor. Çünkü küreselleşen bu sistemde medyanın ve sosyal medyanın bu denli güçlü olduğu rekabet ortamı içerisinde hiçbir haberin saklanamadığı, mutlulukların paylaşıldığı gibi, dramlar da her geçen gün çok daha hızlı şekilde yayılıyor. Bu dram üzerinden bina edilmiş sahneler insanların zihnine, aklına ve daha tehlikelisi kalbine ve vicdanına sirayet ediyor.
Bireysel Silahlanma Riski ve Artan Güvenlik Endişeleri
Şayet bu gelişim süreci, bu düzensizlik, bu hukuksuzluk bu şekilde normalleşmeye devam ederse bir süre sonra özellikle az gelişmiş ve gelişmekte olan devletlerin kendi iç hukuklarında da insanların birbirinden hesap sorma prensipleri, yaptırım gücüyle beslenmiş şiddet tekelini kullanan devletin elinden alınıp yeniden bireylere ve bireysel silahlanmaya doğru dönme riski ile karşı karşıya kalıyor.
Özellikle İsrail’in Hayfa, Tel Aviv gibi şehirlerinde yaşanan görüntüler, sadece dramın Batı Şeria’da ve Gazze’de değil, aynı zamanda İsrail coğrafyasında en azından 1948 sınırları itibariyle konumlandırılmış olan Türkiye’nin de tanıdığı Birleşmiş Milletler’in de kabul ettiği sınırlar dahilinde 2 milyonun üzerinde Arap’ın ne kadar daha zor şartlar altında yaşadığı gerçeğini ortaya koyar vaziyettedir. Musevi kökenli İsraillilerin bireysel anlamda silahlandığı sokaklarda, alışveriş merkezlerinde, okullarda, limanlarda, plajlarda, stadyumlarda, bireysel anlamda silahlanmanın normalleştiği coğrafyanın tamamında “güvenlikleştirme tezi” üzerinden her daim bir tehdit algılanmasının resmedildiği bir alanda Ortadoğu coğrafyasına sükûnetin, sulhun kalıcı ateşkesin ve barışın nasıl gelebileceği, coğrafi anlamlı sınırların belki konumlandırılabileceği fakat halklar arasında diyalog kapısının yeniden nasıl açılabileceği tam bir muamma olarak karşımıza çıkıyor.
İnsanlığa Karşı Suç ve Ulaşılamayan Suçlu
1949'da Cenevre Sözleşmeleri ile ortaya konulan "Savaşın da bir hukuku olmalıdır" teorisi; kara savaşı, deniz savaşı, sivillere nasıl davranılması gerektiği ve aynı zamanda rehinelerin ve esirlerin hangi muameleyi görmesi gerektiği üzerine kurgulanmış dört önemli sözleşme oluşturmuştur. Bununla birlikte 1948'de imzalanan, 1951'de yürürlüğe giren Soykırım Suçunun Önlenmesine İlişkin Protokol de 70 yıldır asla sorgulanmayan ama dönem dönem çiğnenen; Ruanda’da, Sudan'da Darfur üzerinde gördüğümüz, Bosna-Hersek'te yaşadığımız dramların suç olduğuna ilişkin vurguyu yapıyor ve "insanlığa karşı suç" tabirinin aslında iç hukuklarda ne anlama geldiğini açık bir şekilde ortaya koyuyor.
İşte tam da bu noktada sorulması gereken soru, bir suça bütün dünyanın şahitlik ediyor olmasına rağmen bir türlü suçluya ulaşılamıyor olduğu meselesidir. Yani on binlerce insanın katledildiği, yüz binlerce insanın sürgün edildiği bir süreçte suçluyu bulamıyorsak bu durumda dünyanın yeniden küresel hegemonyayı sorgulaması, kendisini jandarma olarak ilan eden devletin bir kere daha güvenlik algısıyla ilgili uluslararası camiaya güven verip veremediğini değerlendirmesi ve diğer mazlum milletlerin, özellikle Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nda "Bu bir katliamdır, önlenmelidir" şeklinde oy kullanan devletlerin, bir kere daha bu sisteme yön verecek hukuk reformuna imza atması bir zorunluluk haline gelmiştir.
Yepyeni Bir Sistem İnşasının Zorunluluğu
Uzun yıllardan beri Türkiye Cumhuriyeti, birçok mazlum milletin temel temsilcisi görevini üstlenip “Dünya beşten büyüktür” tezi üzerinden Birleşmiş Milletler Antlaşması’nda güçlü bir reformu öneriyor. Özellikle Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun sahip olduğu yetkilerin artırılması, dikey bir hiyerarşik ortamdan yönetişim anlayışından çıkılıp yatay bir yönetişim anlayışına doğru ilerlenmesi, Güvenlik Konseyi’nin elinde bulunan birtakım yetkilerin Birleşmiş Milletler Genel Sekreterliği ve Genel Kurul’da paylaşılması ve özellikle sığ bir şekilde 80 yıldır devam eden ve maalesef kötüye kullanılan beş devlete ait veto kabiliyetinin bir kere daha masaya yatırılmasının vaktinin geldiği, açık bir şekilde bütün dünya tarafından gözlemleniyor.
Uluslararası kamuoyunun sadece sesini yükselterek bir katliamı engellemesinin ötesinde, “Enjoy” diye andığımız hükümet dışı uluslararası kuruluşların barıştan, silahsızlanmadan yana; ülkeler arasında eşitlik ve sınır güvenliği prensibini açık bir şekilde savunan yapıların, devletler arasında egemenlik ve eşitlik olduğuna dair inancı hâlâ koruyan yapıların devletle beraber hareket ederek Birleşmiş Milletler’de yeni bir sisteme veya Birleşmiş Milletler’in olmadığı yeni bir organizasyon modeline imza atmasının her geçen gün bir zorunluluk haline geldiği yepyeni bir döneme girmiş vaziyetteyiz.
Madem yazımızın başında uluslararası sistemin ve uluslararası hukukun artık taş devri kurallarına döndüğüne dair bir vurgu yaptık, bu durumda taş devri sonrasında yepyeni bir sistemin inşa edilmesi eski sistem üzerine değil ya da eski sistem içerisinde bir reform arayışı değil; yepyeni bir organizasyonun inşa edilmesi belki de bir zorunluluk olarak karşımıza çıkmaktadır. Çünkü evrensel şemsiye örgütler, uluslar üstü yapılar ve tüm ulusları kapsayan yapılar artık medeniyetlerin tamamının aynı hukuk sisteminde zorunlu olarak bulunduğu bir modelin inşası itibariyle gerçekliğini kaybetmiştir. Artık küresel organizasyonlar yerine, küresel kuralların da içerisinde bulunduğu bölgesel çaplı organizasyonların yani sınırdaş devletler arasında girişilen uluslararası kuruluşların çok daha anlamlı olduğu, ritmini çok daha rahat yakalayabildiği, benzer örf, âdet, kurallar, hukuk sistemleri, şüphesiz geleneksel yapılar, birbirine benzeyen demokrasi ve siyaset algıları üzerinden çok daha hızlı şekilde yakınlaşabildiği ve bu yakınlaşmadan kaynaklı olarak kendi koydukları hukuk kurallarına çok daha açık bir şekilde riayet ettiği bir döneme hep birlikte şahit etmeliyiz.
Bunların başında Avrupa Birliği organizasyonu geliyor ki 1950-1951 döneminden yani Paris Antlaşması’ndan ve Schuman Deklarasyonu’ndan beri devam eden Avrupa’da bir kömür çelik ittifakından sonra Avrupa Toplulukları noktasına gelen bu yapı, şu ana kadar en azından bu coğrafyada güçlü bir barış mimarisinin temel sağlayıcısı olmuştur. Aynı şekilde Kuzey Amerika’da kurgulanmış NAFTA yapılanması ya da Asya’yı içine alan ASEAN örgütü, bununla beraber Şangay İşbirliği Örgütü ve şüphesiz bundan sonra belki de uluslararası camiada örnek gösterileceğine inandığımız Türkistan coğrafyasını içine alan Türk Devletleri Teşkilatı diğer önemli örneklerdir. Bu devletlerin sadece hukuk kuralları itibariyle bir organizasyon içerisinde bir araya gelmeleri değil, aynı zamanda uzun yıllardan beri ortak bir dil, ortak bir inanç, ortak bir kaygı güdüyor olmaları ve aslında hedeflerinin ortak olması, bu devletler arasında küresel anlamda olmayan bölgesel ittifak modellerinin çok daha seri şekilde barışı kucaklayabileceği, çözümsüzlük noktalarında daha hızlı çözümler üretebileceği ve sadece iktisadi temelli değil, siyasi anlamda da devletler arasında çıkabilecek sorunlara yerinde, hızlı ve zamanında müdahale edebileceği gerçeğinin özellikle Gazze Şeridi’nde yaşanan dramla beraber bir kere daha gündeme gelmesi, getirilmesi ve üzerinde kafa yorulması gereken temel hassasiyet noktalarının başında gelmektedir.
Uluslararası kuruluşlar çağı olarak anılan 20. yüzyıl, 21. yüzyıla bir miras devretmiştir. Uluslararası küresel kuruluşlar döneminden, uluslararası bölgesel kuruluşlar dönemine doğru adım adım gidilmektedir. Milletler Cemiyeti gibi tıpkı Birleşmiş Milletler de belli ki anlamını yavaş yavaş yitirecek ve lokal çaplı, daha az sayıda devletten oluşan ama daha makul, daha rasyonel, daha reel politikaya imza atan devletler toplulukları bundan sonra küresel anlamda barış mimarisinin ana aktörü olacaktır diye düşünüyorum.