21. YÜZYILDA MİLLİYETÇİLİK VE WASHINGTON KONSENSUSU
Son dönemde gerek Avrupa’da gerekse Amerika Birleşik Devletleri’nde sağ partilerin yükseliş eğiliminde olduğu görülmektedir. Bununla birlikte, yalnızca Batı dünyasında değil, dünyanın farklı bölgelerinde de sağ eğilimli partilerin güç kazandığına tanık olunmaktadır.
Bu bağlamda, dünya genelinde dalga dalga yayılan ve esasen bir “etkiye tepki” niteliği taşıyan reaksiyoner bir milliyetçilik dalgasının ortaya çıkışı dikkat çekmektedir.
Washington Konsensusu ve Getirdikleri
Amerika Birleşik Devletleri, SSCB’nin dağılışını ilk etapta Rusya’yı olduğu gibi Batı sistemine entegre etme çabası olarak değerlendirdi; ancak çeşitli nedenlerle bu entegrasyon gerçekleştirilmedi. Rusya’nın dağılmasını gören ABD, ikinci adıma geçti ve 1989 yılın da açıkladığı Washington Konsensusu’nu önce Rusya’da uygulamak üze re tasarladığı ilkeler bütününü, daha sonra tüm dünyaya yönelik bir reform programı olarak başlattı. Washington Konsensusu’nun temel amacı ve uygu lama mantığı, küresel düzeyde liberal ekonomik politikaların yaygınlaştırılmasıydı.
Washington Konsensusu on temel ilke etrafında şekillenmektedir. Bu ilkelerden birkaçını belirtmek gerekirse: Devletlerin asli görevlerine dönmesi, yani küçülmesi; devletin adalet ve güvenlik dışındaki alanlardaki ekonomik faaliyetlerinin azaltılması ve kamuya ait işletmelerin özelleştirilmesi; finansal liberalizasyonun sağlanması; mal ve hizmetlerin uluslararası dolaşımının serbestleştirilmesi; gümrük tarifelerinin kademeli olarak düşürülmesi gibi mad deler öne çıkmaktadır. Bu ilkelerin her biri, genel olarak kapitalist dünya le hine işleyen düzenlemeler içermektedir. Gümrüklerin azaltılması ithal malların ülke pazarlarını doldurma sına yol açarken; finansal hareketlerin serbest bırakılması, sıcak para giriş-çıkışlarını kolaylaştırarak hedef ülke ekonomilerini dışsal şoklara ve krizlere açık hâle getirebilmektedir. Washington Konsensusu terimi, bu pratiklerin daha kibar bir ifade ile sunulması için kullanılmaktadır; bütün ülkeler bu konsensusa dâhil olmaya yönlendirildi ve bazen zorlandı. Türkiye bu dönemi oldukça istekli bir uygulayıcı olarak yaşadı; Rahmi Koç ve Özal dönemleriyle çakışan reform paketleri 1989–1995 döneminde hız kazanmıştır. Özelleştirme süreci geniş çaplı biçimde uygulanmış, kamu mülkiyetindeki işletmelerde köklü değişiklikler gerçekleştirilmiştir.
Özelleştirmeye kesinlikle karşı olmadığımı belirtmekle birlikte, özelleştirmenin yöntemi ve kapsamı hakkında ayrıntılı bir tartışma yapılması gerektiğini savunuyorum. Bu bağlamda kamu mallarını üçe ayırdığım bir sınıflandırmadan söz edebilirim: stratejik yatırımlar, yarı-stratejik yatırımlar ve stratejik olmayan yatırımlar. 1980’ler ve 1990’larda devletin elindeki şirketlerin yaklaşık %80’inin üçüncü gruba, yani stratejik olmayan kategoriye dâhil olduğunu söyleyebilirim; bu şirketler makul koşullarda özelleştirilebilir nitelikteydi. Ancak özelleştirmelerin, mümkünse yerli firmalara verilmesi ve stratejik sektörlerin yabancı kontrolüne geçmemesine özen gösterilmesi gerektiğini vurguluyorum. Özelleştirme süreçlerinde bu dengelere dikkat edilmediğinde, ülkelerin en değerli şirketlerinin yabancı firmaların eline geçmesi kaçınılmaz hâle gelmektedir. Nitekim bu tür uygulamalar sonu cunda, başta Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere ve Fransa olmak üzere kapitalist dünyanın merkez ülkeleri, gelişmekte olan ülkelerin uzun yıllar biriktirdiği değerleri kendi kontrolüne almıştır. Böylece 100–150 yıllık emekler başka ülkelerin eline geçmiştir. Washington Konsensusu’nun ilanı sonrasında, Batı merkezli medya ve kültürel sektör, bu politikaları yoğun bir şekilde meşrulaştırıcı propaganda ile desteklemiştir. ABD merkezli medya organlarının yanı sıra Batı’nın film ve dizi sektörleri de özelleştirme, serbest piyasa ve küresel entegrasyonun “normal” ve “kaçınılmaz” olduğu yönünde algılar üretmiştir. Bu propagandanın etkisiyle, devlet işletmelerinin satılmasının ülkeleri daha güçlü hâle getireceği, küresel ölçekte önlerinin açılacağı yönünde bir anlayış yerleştirilmeye çalışılmıştır. Bu dönemde özelleştirmeye ideolojik olarak tamamen karşı çıkan sosyalist düşünceye sahip kesimler de vardı; ancak bu tavır, özelleştirmenin farklı boyutlarını analitik bir şekilde değerlendiren, ölçülü ve dengeli bir yaklaşım sunmaktan uzaktı. Siyasi liderler ve halk arasında, özelleştirmenin stratejik, yarı stratejik ve stratejik olmayan alanlar açısından ayrıştırılması gerektiği yönünde bir bilinç gelişmedi. Washington Konsensusu yalnızca Türkiye’de değil, Arjantin, Brezilya, Güney Afrika, Güney Kore ve hatta Japonya gibi ülkelerde de etkilerini gösterdi. Bu bağlamda 1989 sonrası dönemde ABD ve Batı’nın teşvik ettiği liberal ekonomik politikalar küresel ölçekte yaygınlaştı. Bu süreçte “dünya vatandaşlığı” fikri, İngilizce’nin ortak dil hâline gelmesi ve Amerikan sembollerinin küresel düzeyde benimsetilmesi gibi kavramlar da gündeme geldi. Ayrıca gümrüklerin kaldırılması, sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesi ve insanların dolaşımının kolaylaştırılması gibi talepler ön plana çıktı. Nihai hedef, tek kutuplu ve merkezi ABD olan bir dünya düzeniydi. Türkiye’de, dönemin liberal lideri Turgut Özal’ın da etkisiyle, bu politikalar büyük bir istekle uygulanmaya başlandı. Benzer şekilde, Latin Amerika ülkeleri ve Güney Afrika Cumhuriyeti gibi bölgeler de de bu süreç yaşandı. Ancak ilk yıllar da bu politikaların gerçek sonuçları fark edilemedi. 1990’ların sonlarına gelindiğinde ise birçok ülkede özelleştirmelerin aslında ulusal çıkarlar açısından ciddi kayıplara yol açtığı anlaşıldı. 2000’li yılların ortalarında Tüpraş gibi enerji devlerinin, Telekom gibi stratejik iletişim kurumlarının elden çıkarılması, bu farkındalığın en açık örneklerinden birini teşkil etti.
Washington Konsensusu, yalnızca Türkiye’nin değil, dünyanın pek çok ülkesinin maruz kaldığı küresel bir olgudur. Esasen Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere ve Fransa ekseninde şekillenen; Almanya ve Hollanda gibi kapitalist merkez ülkelerin de dahil olduğu bir ekonomik düzenin parçasıdır. Bu yapı, tek kutuplu dünya düzenine geçişin aracı olarak tasarlanmış ve Batı’nın küresel hegemonyasını kurumsallaştıran bir mekanizma hâline gelmiştir. Özellikle gelişmekte olan ülkelerin ekonomik savunma reflekslerini zayıflatarak onları kırılganlaştırmış, dış müdahalelere açık bir konuma sürüklemiştir.
Bu gerçeklerin farkına varıldığı dönem, 2000’li yılların başlarıdır. Söz konusu yıllardan itibaren giderek artan bir milliyetçi akım yükselmiştir. Bu akımın temel söylemi, “sömürüldüğümüz” gerçeğine işaret etmektedir. Ülkelerin en değerli şirketlerinin düşük bedellerle satıldığı, fabrikaların kapandığı bir süreç yaşanmıştır. Türkiye özelinde örneklendirildiğinde, şeker fabrikalarının kapanması milyonlarca pancar üreticisini işsiz bırakmış, Amerikan şirketlerinin mısır bazlı şuruplarına bağımlılık doğmuştur. Bu gelişmeler sonucunda çok sayıda çiftçi ve köylü geçim kaynaklarını kaybetmiş, tarımsal üretim sekteye uğramıştır. Buna karşın milyarlarca dolar, Amerikan, İngiliz ve Fransız şirketlerine akmıştır.
Dolayısıyla Washington Konsensusu, göründüğü gibi “dünya vatandaşlığı” ya da “küresel kardeşlik” söylemlerinden ibaret değildir. Aksine, özelleştirme politikaları yoluyla devletin yıllarca emek ve kaynak aktararak kurduğu fabrikaların ve şirketlerin yabancı sermayeye devredilmesine yol açmış, toplumu Batılı şirketlere bağımlı hale getirmiştir. Böylece ithalata dayalı bir ekonomik model ortaya çıkmış, bu durum da sürekli artan cari açık ve dövize karşı hassasiyet doğurmuştur.
Konsensus’un Milliyetçiliğe Etkileri
1990’lı yıllarda başlayan Washington Konsensusu etkisiyle şekillenen özelleştirme furyaları, ülkeleri ithalata bağımlı hale getirmiştir. İthalata bağımlılığın artışı, cari açığı derinleştirmiş; artan cari açık ise ulusal ekonomiyi kırılganlaştırarak sürekli döviz krizlerine yol açmıştır. Bu süreç, özellikle Amerika Birleşik Devletleri ve İngiltere’nin çıkarlarına uygun biçimde, gelişmekte olan ülkelerde istedikleri zaman ekonomik krizler çıkarabilmelerine imkân tanımıştır.
Washington Konsensusu'nun “küresel kardeşlik” ve “dünya vatandaşlığı” söylemleri 2000’li yılların ortalarına gelindiğinde, pek çok ülkede gerçek yüzüyle değerlendirilmiş; ülkelerin aslında Batı karşısında giderek bağımlı hale geldiği görülmüştür. Bu farkındalık, “resmen soyuluyoruz” düşüncesiyle birleşmiş ve özellikle Amerika Birleşik Devletleri ile İngiltere’ye karşı gelişen tepkiler, ulusalcı söylemlerin güçlenmesine zemin hazırlamıştır. Türkiye özelinde de 2005’li yıllardan itibaren ulusalcı bir söylem belirginleşmeye başlamıştır.
2007 yılına gelindiğinde ise, 2000 yılı öncesinde ülkeyi yönetmiş olan askerler, hâlihazırda ordu içinde görev yapan generaller, yargı mensupları, basının önde gelen gazetecileri, fikir insanları ve akademisyenler ulusalcılık etrafında bir düşünsel çerçevede birleşmeye başlamıştır. Buna karşılık 2000–2010 yılları arasında iktidarda bulunan hükümet, oldukça liberal bir çizgide ilerlemiş; Batı’ya açılma politikaları izlemiş, Avrupa Birliği’ne katılım sürecinde önemli adımlar atmış, Ermenistan ile normalleşme çabaları yürütmüş ve Kıbrıs konusunda tavizler vermeye hazır bir yaklaşım sergilemiştir.
Benzer siyasi eğilimler yalnızca Türkiye’de değil, Brezilya, Arjantin, Almanya ve Fransa gibi ülkelerde de farklı biçimlerde ortaya çıkmıştır. Almanya’da yapılan son seçimlerde, uzun yıllar siyasete yön veren Sosyal Demokrat Parti ile Hristiyan Demokrat Parti’nin toplam oy oranı ilk kez %50’nin altına düşmüştür. Geçmişte bu oran %65–70 seviyelerinde seyrederken yaşanan düşüş, aşırı sağ ve ulusalcı partilerin yükselmesine zemin hazırlamıştır. Avrupa Parlamentosu seçimlerinde aşırı sağ partilerin %15–20 oranında oy alması da Avrupa açısından kaygı verici bir gelişme olarak görülmektedir. Zira kıta, geçmişte Hitler, Mussolini ve Franco dönemlerinde yaşadığı otoriter yönetim tecrübeleri nedeniyle aşırı sağın yükselişine karşı tarihsel bir hassasiyet taşımaktadır.
Washington Konsensusu’nun 1989 sonrası dönemde yalnızca Rusya için bir reçete olarak değil, küresel ölçekte bir hegemonya projesi olarak uygulanmaya başlaması, ulusalcı akımların yeniden yükselişini tetiklemiştir. Bu politika ile amaçlanan, tüm dünyanın gardını düşürmek, dolar merkezli bir bağımlılık yaratmak ve küçük devletlerin sanayilerini işlevsiz hale getirmekti. Böylece üretim ve sermaye akışının merkezi Amerika, İngiltere ve Fransa üçgeninde toplanacak, Almanya ve Hollanda gibi ülkeler ise bu sisteme entegre edilerek küresel üretim ve borçlanma zincirinin parçası kılınacaktı.
Hedeflenen tek merkezli dünya düzeni beklenen sonucu vermemiş, aksine milliyetçi akımların yükselişine yol açmıştır. Çin milliyetçilik temelinde güçlenmiş, Rusya yeniden etkin bir aktör hâline gelmiş, Türkiye ise 2014 sonrasında “yerli ve milli” söylemle savunma sanayiinde ve üretimde bağımsızlık vurgusunu öne çıkarmıştır. Almanya’da seçmenler geleneksel partileri “Amerika’ya bağımlı” olmakla eleştirirken milliyetçi liderlere yönelmiştir. Hindistan’da da ulusalcı söylemler ekonomik büyüme ile paralel biçimde güç kazanmış ve ülkenin küresel etkisini artırmıştır. Sonuç olarak, 1980’lerde neoliberal politikalarla başlayan ve 1989 Washington Konsensusu ile kurumsallaşan küresel model günümüzde ciddi biçimde sarsılmış; yerini giderek milliyetçi ve ulusalcı reflekslerin güçlendiği çok kutuplu bir yapıya bırakmıştır.
Ulusalcı ve milliyetçi akımların uzun süre devam etmesi, kaçınılmaz olarak “çılgın liderleri” iktidara taşımaktadır. Bu liderler, popülist söylemler ve radikal politikalarla kitlelerin desteğini alırken, nihayetinde büyük hatalar yapmaktadırlar. Tarihsel olarak da bu durumun bedeli ağır olmuştur. Nitekim İkinci Dünya Savaşı sonrasında Adolf Hitler’e destek veren Alman halkı, hatalarını görerek sorgulama sürecine girmiştir. Benzer şekilde, Benito Mussolini’yi uzun yıllar iktidarda tutan İtalyan toplumu da savaşın ardından bir muhasebe yapmıştır.
Bu muhasebenin sonucunda dünya, zorunlu olarak demokrasi merkezli, liberal ve insan hakları odaklı bir düzen arayışına yönelmiştir. Dolayısıyla milliyetçi ve ulusalcı akımların aşırılığa kaymasının tehlikeleri, tarihsel deneyimlerle açıkça görülmektedir.
Müspet ve Menfi Milliyetçilik
Bu bağlamda sıklıkla karıştırılan iki kavram olan milliyetçilik ve aşırı milliyetçilik arasında net bir ayrım yapılması gerekmektedir. Türk siyasal düşüncesinde bu ayrım “müspet milliyetçilik” ve “menfi milliyetçilik” kavramlarıyla ifade edilmiştir. Müspet milliyetçilik, kültürel milliyetçiliğe dayanmaktadır. Eğer bir devletin nüfusunun çoğunluğu (%50’den fazlası) belirli bir etnik unsurdan oluşuyor ve devlet bu unsur tarafından kurulmuşsa, bu gruba “kurucu millet” denir. Kurucu milletin kültürü, doğal olarak baskın kül tür konumundadır. Bunun yanı sıra, farklı etnik gruplar alt kültür olarak varlığını sürdürür. Türkiye özelinde Türkler, nüfusun yaklaşık %65–70’ini oluşturmakta ve kendilerini “Türk” olarak tanımlamaktadır. Bu nedenle Türk kimliği üst kültür niteliği taşımaktadır.
Üst kültür olgusu kısa sürede oluşmaz; tarihsel olarak en az bin yıllık bir süreç gerektirir. Nitekim Türkler, 1071’den itibaren farklı unsurlarla birlikte hareket etmiş, onları himayeleri altında yaşatmış ve kültürel çeşitliliği korumuşlardır. Kürtler, Çerkezler, Lazlar veya Araplar gibi alt kültürler kendi kimliklerini koruyabilmişlerdir. Belki gelecek yüzyıllarda başka topluluklar da bir coğrafyada üst kültür oluşturabileceklerdir; ancak bu uzun bir tarihsel süreç gerektirir. Dolayısıyla müspet milliyetçilik, kültüre dayalıdır ve toplumun bütün unsurlarını koruyup yaşatma anlayışını içerir.
Aşırı milliyetçilik ise bu anlayıştan farklıdır. Aşırılık, yalnızca belirli bir etnik unsur üzerinden üstünlük iddiası kurar ve farklı kültürleri tehdit olarak görür. Oysa sağlıklı milliyetçilik anlayışı, üst kültürle uyumlu şekilde alt kültürlerin varlığını sürdürmesini kabul eder. Bu bağlamda, Türk kültürü üst kültür olarak konumlanırken; Azerbaycan Türkleri, Özbekler, Kazaklar, Kırgızlar, Abazalar, Çerkezler, Kürtler, Lazlar, Boşnaklar ve benzeri unsurlar alt kültür olarak kendi kültürel miraslarını yaşatabilmektedirler. Bu zenginliğin sürdürülebilmesi için ortak dil, ortak vatan ve ortak devlet anlayışı zorunludur.
Milliyetçilik, müspet ve menfi olmak üzere iki farklı biçimde ele alınabilir. Müspet milliyetçilik, kültür milliyetçiliğine dayanırken; menfi milliyetçilik, ırkçılığa dayanmaktadır. Irkçılık, genetik harita çıkarma, kafa tası ölçme, etnik grupları fiziki özelliklerine indirgeme gibi bilimsel temeli olma yan yaklaşımlarla toplumu parçalara ayırır. Bu anlayış, toplumsal bütünleşmeye değil, tam tersine ayrışmaya yol açar. Menfi milliyetçilik, toplumları lime lime bölen bir hastalık niteliğindedir.
Buna karşın müspet milliyetçilik, toplumu birleştiren bir unsur olarak işlev görür. Bu nedenle İngiltere, Amerika Birleşik Devletleri, Almanya ve Fransa gibi ülkelerde çok sayıda etnik grup bir arada yaşayabilmektedir. Bu ülkelerde farklılıklar, bir üst kültürde buluşturulmuştur. Ancak, bu üst kültürü temsil eden devlet adamları ırkçılığa kaçan söylemler geliştirdiğinde, toplumda tepki doğmaktadır. Dolayısıyla insan haklarını esas alan üst kültür, ulus-devlet anlayışı içinde birlikte yaşamanın en işlevsel formülü olarak öne çıkmaktadır. Fransız İhtilali sonrasında yerleşen ulus-devlet modeli, modern dünyada bir arada yaşamanın bili nen en iyi ikinci sistemidir.
Nitekim Winston Churchill de bu duruma değinmiştir. Gazetecilerle yaptığı bir kahvaltıda kendisine, “Demokrasi dünyanın en iyi sistemi midir?” diye sorulduğunda, “Demokrasi dünyanın en iyi ikinci sistemidir” yanıtını vermiştir. Ardından, “Peki birincisi nedir?” sorusuna, “Henüz bulamadık” cevabını vermiştir. Bu yaklaşım, demokrasinin mükemmel olmamakla birlikte en işlevsel yönetim biçimlerin den biri olduğunu göstermektedir. Benzer şekilde, ulus-devlet anlayışı da toplumların bir vatandaşlık çatısı altında bir arada yaşamasına imkân tanıyan en iyi ikinci modeldir. Henüz daha iyisi bulunmadığından, en azından daha iyisi keşfedilene kadar bu modelle idare edilecektir.


