SEKÜLERİZM, LAİKLİK VE DİN TARTIŞMALARI

İnsan varlığını anlamlandıran onun kültür ve medeniyet tasavvurudur. Bu tasavvurun oluşma süreci ise büyük bir tarihsel birikimin ürünüdür. İnsanoğlu, tarihin akışıyla birlikte farklılaşmış, yeni sorunlarla yüzleşmiş ve yeni çözümlere ulaşmıştır.

Bugün hayatımıza yön veren en büyük tartışma ise birey kavramı ve onun kamusal alanla ilişkileri üzerinden şekillenmektedir. Bu ilişkiler ağı, bireyin sosyal yaşamdaki yapıp etmelerinin sınırlarını belirlemede etkin olan unsurun ne olduğuna dair bir takım tartışmaları da beraberinde getirmektedir. 

Bu noktada söz sahibi olarak bireyin değer dizgesi ve kamusal alan arasındaki ilişkilerin mahiyeti tartışma konusu olmuştur. Değerler alanına girildiğinde “İster tek bir kişinin inanç ve değer tasavvuru olsun ister belli bir topluluğun inanç formunun kamusal alana yansıması olsun nasıl değerlendirilecektir?” sorusu önem arz etmektedir. Geçmiş tarihsel tecrübede inanç ve değer dünyasına dair hâkim yaklaşımların diğer insanların yaşamına olan etkileri kabullenilmiş, fakat aydınlanmayla birlikte bireyin kendi değerler alanının kamusal alanla ilişkilerde nasıl korunacağına, baskıcı ve otoriter tutumlarla nasıl baş edilebileceğine dair çözüm önerileri üretilmeye çalışılmıştır.

Bugün gelişmiş toplumlarda belli bir dini ve mezhepsel aidiyeti bulunsun ya da bulunmasın insanlar, ortak yaşam alanlarında huzurlu ve mutlu bir yaşam sürme, özel hayatın dokunulmazlığını koruma ve kamusal alanın herkese eşit mesafede durmasını en temel insan haklarından kabul etmektedir. Türkiye Cumhuriyeti de Türk modernleşmesinin getirdiği büyük bir tarihsel birikim ve tecrübe üzerinde şekillenmiş ve kuruluş felsefesini oluşturmuştur. Bu noktada inanç sahası ile ilgili yaptığı tercih, geleceğe ışık tutacak bir bakış açısı ortaya koymuştur. İslam dünyasında sorunların çözümü noktasında kilit bir kavram olarak görülmesi gereken laiklik ilkesi ülkemizde cumhuriyetle beraber anayasal güvence altına alınmış, dinin doğru anlaşılması noktasında da Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştur. Geleceğe dönük olarak yapılması gereken, bu tarihsel birikimden istifade ederek, Orta Doğu’daki açmazlara düşmeksizin bunu daha ileriye taşımaktır. 1

Tüm bu birikim ve tecrübelere rağmen günümüzde, bir taraftan seküler yaşama alışmış, bir taraftan da anayasada değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek maddeler arasında bulunan laiklik ilkesini kabul etmediğini ifade eden bir kitle daha görünür hale gelmiştir. Bunlar, her ne kadar laiklik karşıtı söylemleri dile getirerek kendi din yorumlarından hareketle sosyal hayatı biçimlendirme arzusunu öne çıkarsalar da bekledikleri sonuca ulaşamamaktadırlar. Kendilerine ait dini yorumları merkeze alarak yaptıkları her faaliyet, toplumsal duvara çarparak, daha büyük bir sekülerleşme ve seküler yaşam dalgası olarak geri dönmektedir. Aynı şekilde laiklik karşıtı söylemler ortaya konulurken, tekfirci ve ötekileştirici dilin tehlikeleri daha görünür hale gelmekte ve laikliğin önemi açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır.

Bu noktada özellikle vurgulanması gereken husus, laiklik karşıtı tutum sergileyenlerin seküler bir yaşam tarzını da sürdürmeleridir. Bunlar, hem seküler bir hayat sürmekte, hem de selefi tutuma övgüler yağdırmaktadırlar. Bu anlayışta olanların yaşam tarzlarına daha dikkatli bakıldığında maddi durumları iyileştikçe Batı’ya olan ilgilerinin de arttığı görülmektedir. Aynı şekilde bir taraftan Taliban tarzı dini yorumun insanların hayatına dayatıldığı bir anlayışı örtük ya da aleni överken, diğer taraftan fırsatını bulur bulmaz kendilerini ve çocuklarını Batı’da konumlandırabilmektedirler. Bu nedenle de dillerinden dökülenle yaşam tarzları birbirine uymamakta, söylemde laiklik karşıtı bir tutum içindeyken eylemde seküler anlayışı benimsemekte, bu teorik ve pratik eylem uyumsuzlukları doğurduğu için etik ve ahlaki çelişkileri de beraberinde getirmektedir.

Çalışmamızda yukarıda ifade ettiğimiz hususları daha açık hale getirme noktasında öncelikle laiklik ve sekülerizm kavramlarını ele aldıktan sonra, bu kavramların İslam düşünce ve değer dünyası açısından konumunu ve günümüz insanının yaşam tarzına etkisini ele almaya çalışacağız. 

Laiklik ve Sekülerizm -Kavramsal İlişki-

Öncelikle laiklik kavramından başlayacak olursak, laikliğin din ve devlet işlerinin anayasal olarak ayrılması olduğu, bu çerçevede dini bir gerçeklik olarak kabul edip ona dair yorumların bireyler üzerinde baskı kurmadan toplumsal ve hukuki alanın düzenlenmesini esas aldığını söyleyebiliriz. Bu anlamda laiklik, dini bir yorumun kendi söylemini merkeze alarak yönetim aygıtını ele geçirmesi ve diğerlerine kendi anlayışını dayatmasına engel olmak adına yapılan düzenlemelerdir. Buradan hareketle laiklikte dinin olmaması değil, din ve yönetim mekanizması arasında ayrım olması merkeze alınmıştır diyebiliriz. Yönetim erki, dini prensipler üzerinden pozisyon almaktan kaçınır ve dini konuları sadece insanların hayatları üzerindeki pratik sonuçları açısından ele alır. Laiklik ilkesini benimseyen ülkelerde din ve değerler alanına dair talepler görmezden gelinmez; ama sınırları ortaya konarak olası çatışmaların önüne geçilmeye çalışılır. Bu anlamda laikliğin benimsendiği bir yönetim anlayışında bireylerin dini tasavvurları bireysel alanda kalmak, başkalarına dayatma ve belirleyici olmamak kaydıyla tanınır.

Sekülerizm ise toplumsal, hukuki ve siyasal düzenlemelerin dini bir yoruma ve bir kesimin değer dizgesine bakılmaksızın yapıldığı anlayışa karşılık gelir. Laiklikte din, varlık alanı itibariyle belirgin ve yeri belli iken, seküler yaklaşımda din ve dine dair yorumun alanı belirsiz olup, sadece insan ve insanın varlıkla etkileşimi merkeze alınarak kararların alınması söz konusudur. Seküler yönetimi esas alan yaklaşımlarda, insanlar her türlü dini kural ve öğretinin belirleyiciliğinden uzak olup, yönetim erkinin aldığı kararlarda dinin etkisi yoktur. Tüm vatandaşlar eşit kabul edilir ve bireyin dini tutumuyla hiçbir ilgi kurulmaksızın bireysel yaşam dikkate alınır. Bundan dolayı kendi aralarında içlem kaplam diyebileceğimiz bir ilişki biçimi olan laiklik ve sekülerizmin bireylerin yaşam alanlarında bir dini yorum veya değer dizgesinin diğerleri üzerindeki baskı ve dayatmasını ortadan kaldırmayı amaçladığını görüyoruz.

Bu noktada şöyle bir soru gelebilir, “Bu, tersten bir dayatma doğurmaz mı?” Yani insanların yaşam alanlarında kendi kabul ettikleri din yorumunu –özellikle din yorumu ifadesini kullanıyoruz, çünkü aynı din ya da mezhebin içinde dahi pek çok farklı akım söz konusu ve bu akımların kendi yorum farklılıkları da oldukça fazla- uygulamaları en tabi hakları değil mi? Tabi ki insanın bireysel yaşam alanlarında kendi dini ve değerler alanına dair tercihlerini ortaya koymasına engel olunamaz, ama bunu kamusal alana taşıyarak başkalarının hayatına biçim verme, zorlama, dayatma ya da hayatın akışını engelleme boyutuna vardırdığında işte sorun burada başlar. 

Bunu bir örnekle ele alacak olursak, bir öğretmen, dersine zamanında girmek, elindeki müfredatı dersine girdiği kitleye nesnel ve akademik çerçeve içinde vermek ve verimli bir ders gerçekleştirmek zorundadır. Seküler bir anlayışta bu kişinin inanan olup olmaması kimseyi ilgilendirmez, kamusal otoriteyi ilgilendiren nokta, işini yaparken işini gerektiği şekilde yapıp yapmadığıdır. Belki bir kişi, o saatte oraya gelmenin inancı açısından sorumluluk olduğunu, dersini iyi vermenin inancı açısından da değerli ve önemli olduğunu düşünebilir ama bu kimseyi bağlamaz. Önemli olan o kişinin oraya gelip o dersi kendi değer dizgesine göre değiştirmeden, bağlamı ve kapsamını dağıtmadan anlatmasıdır. Bundan dolayı da iş ve akış bozulmadığı sürece kimseye inandığından dolayı baskı yapılamayacağı gibi inanmadığı için de baskı yapılamaz, burada kamu otoritesini ilgilendiren o dersin gerektiği şekil üzere yapılıp yapılmadığıdır. 

Bu noktada bir hususa daha değinmekte fayda var, ülkemizde kimi kesimler yanlış bir yorumla, sekülerleşme ile etik ve ahlaki değerlerden uzaklaşmayı aynı anlamda kullanıyorlar ve kendi sosyal çevrelerindeki etik ve ahlak dışı tutumları “Sekülerleştik.” yorumu ile ifade edebiliyorlar. Hâlbuki bu kişiler sekülerleşmiyorlar, etik ve hukuki alanın dışına çıkıyorlar. Zira seküler tutumda etik ve hukuki bir tutum merkezde olup, kişinin yapması gerekenleri, diğer insanlara karşı sorumluluklarını ve kamusal alandaki tutumunu bu kurallara göre yapmasını gerektirir. Zira etik ve hukuki bir tutumun kendisi de dini bir yaklaşım barındırmak zorunda değildir.

İslam, Laiklik ve Sekülerizm Tartışmaları

Din, Laiklik ve Sekülerizm meselesine İslam dini ve düşünce tasavvuru açısından bakacak olursak, İslam’ın ruhban sınıfı oluşturmaması ve insanların bireysel ve toplumsal hayattaki tutum ve davranışlarında belirleyici bir örgütsel yapı ortaya koymamasının bireysel dindarlık açısından önemli bir katkı olduğunu düşünüyoruz. Ancak tarihsel süreç içerisinde İslam’ın bu yaklaşımı göz ardı edilerek bu konudaki vurgu ve tutum değişmiş, bireysel hayatı taciz eden, kişinin özel yaşamına baskı ve yaptırımlar getiren uygulamalar fıkhi ve siyasi sahada öne çıkarılmıştır. 

Bu aşamada Batı’da aydınlanma sonrası ortaya çıkan din ve devlet ilişkilerine bakmakta fayda var. Çünkü orada aydınlanma öncesi kilisenin resmi, örgütlü bir ruhban sınıfı olarak her şeye müdahil bir anlayışla hayatın her alanındaki hâkimiyetini görüyoruz. İslami öğretide İslam adına karar verecek bir ruhbanlar sınıfına işaret edilmemiştir; ancak tarihsel süreç içerisinde diğer dinlerdeki uygulamalara benzer yaklaşımlar İslam kültürüne de dâhil edilerek, bir ulema ve ruhani otorite sınıfı oluşturulmuştur. Bundan dolayı İslam inanç tasavvurunun vaz ettiği şekilde dini tekelleri reddederek; bireysel farklılıklara müsaade eden, bir diğerine karşı “Dinde zorlama yoktur.” ilkesini merkeze alan bir anlayışı benimsemek günümüz insanı için büyük önem arz etmektedir. 2 

Türkiye Cumhuriyeti, bireysel dindarlığı merkeze alarak laiklik ilkesi üzerinden bireylerin özel hayatlarının korumasını merkeze almış, devlet işlerinde dinin belli bir yorumunun egemenliği yerine eşit ve özgür yurttaş anlayışını amaçlamıştır. Ancak bu tutum, kimi çevreler tarafından anlaşılmamış ya da anlaşılmak istenmemiş olup sürekli olarak eleştiri konusu yapılmış, devletin halkla olan bütünleşmesinde bir sorun olarak sunulmuştur. Kimi zaman ortaya çıkan hatalı yorumlar da bu anlayışı pekiştirdiğinde Türkiye Cumhuriyeti’nin sadece kendi varlığı açısından değil, İslam dünyası açısından da ileriye dönük olarak en büyük birikimi gölgede bırakılmaya çalışılmıştır. 3

Tarihsel süreçte İslamcı söylemlerin ağırlık kazanması, dini yorumların farklı yorumlarla kendilerine alan açma girişimleri başarılı olmuştur. Bu güç kazanımının neticesinde toplumsal yaşamı dönüştürme hedefine yönelik de bir takım faaliyetler kendisini göstermiştir. Bu anlayışta olup farklı dini görünümlü yapılar maddi güç ve otoriteyi kullanarak insanların özel yaşamını ve bireysel hayatını kendi din yorumlarına göre düzenleyebileceklerini zannederek etkinlik alanlarını genişletmişlerdir. Bu uygulamaların bir kısmı din ve vicdan özgürlüğü sınırlarını aşarak, başkalarının din ve vicdan hürriyetini kısıtlamaya dönük uygulamalara dönüşmekte, laiklik ilkesi ile çatışmakta, bireysel hayatı ihlal edici bir noktaya gelebilmektedir. Ancak bu anlayış, istediğini gerçekleştirmede başarısız olmakla kalmamış, dinden uzaklaşan kitlenin her geçen gün artmasına da sebep olmuştur. 4

Özellikle son dönemde “şeriat” kavramı üzerinden ortaya konulan tartışmalar İslam siyasi ve fikri tarihini bilmeyenler tarafından dillendirilmekte ve dini, siyasetin bir aracı haline getirmektedir. Hâlbuki şeriat denildiğinde Anadolu insanı, Arap kültüründeki bir takım uygulamaları değil, Türk kültüründeki “Töre” kavramında olduğu üzere kamu otoritesinin adaletli tutumunu anlamaktadır. 5 Günümüzde özellikle şeriat kavramı üzerinden belli bir din yorumunu topluma dayatma arzusuna sahip farklı kesimler ortaya çıkmaktadır. Ancak bu tarihsel olarak ciddi kırılmalara sebebiyet verecektir. 

Bu konuda özellikle Hz. Peygamber’in vefatı sonrası yaşananlara baktığımızda, farklı şeriat ve din yorumlarının ortaya çıkarak, herkesin kendi dini tasavvurunu şeriat adı altında hâkim kılmaya çalıştığını görüyoruz. Bu süreçte halifeler, Peygamber torunları katledilmiş, Harre olayında sahabelerin kanı dökülmüş. Kadınlara tecavüzler neticesinde doğan çocuklara Evladu’l-Harre denilmiştir. 6 Bugüne geldiğimizde, günümüzdeki şeriat yorumlarından Taliban, Işid, Boko Haram anlayışlarının da aynı kaynaklardan beslenerek benzer eylemlerde bulunduğunu görebiliyoruz. 7

Bugün sekülerizm ve laiklik tartışmalarının doğru bir çizgi üzerinden ilerleyerek, insanın kaygılarını göz önünde bulunduran bir yorumla ele alınması gerektiğini düşünüyoruz. Eğer İslam öğretisini doğru anlayıp, kavga gürültü olmadan bir arada yaşamayı öğreneceksek, ilk olarak laiklik ve sekülerizmin ne olduğunu anlamalı, İslam'ın akıl ve bilim merkezli yorumlarını çözümlemeliyiz. Yukarıda bahsettiğimiz tarihsel süreci göz önünde bulundurduğumuzda, özellikle anayasamızın değiştirilemez maddeleri arasında yer alan laikliğe, koruyucu bir ilke olarak sadece diğer dinlerin ya da dini bir öğretiyi benimsememiş olanların değil; aynı din içindeki farklı görüşlerin, hatta aynı aile içinde farklı düşünenlerin dahi ihtiyacı var. Bu çerçevede cumhuriyetimizi ve kazanımlarını iyi çözümlemeli, onları koruma adına bu kavramsal alt yapıyı sağlam temellere oturtarak Türk din ve değer anlayışını özgürlükçü ve eşitlikçi bir anlayışla temellendirmeliyiz.

Günümüzde kültürel ve insani hareketliliğin yoğun olması aynı inanca sahip insanların dahi hayata bakış, duruş ve düşünüş bakımından farklılaşmasına neden olmaktadır. Bu, hem aynı inançta olanların birbirleriyle olan ilişkilerinin geliştirilmesinin hem de farklı inanç ve düşünce dünyasına sahip olan insanların bir arada yaşama tecrübesinin geliştirilmesinin gerekliliğini bizlere göstermektedir. Eğer bu sağlanamazsa tekelci anlayışların sebep olduğu şiddeti her yerde görebiliriz. Bugün İslam dünyasındaki çatışmalara baktığımızda aynı dine inanmış olmayı bırakın, aynı mezhep ve etnik aidiyette dahi olsa hakikat tekelciliği nedeniyle en ufak bir farklılığa dahi tahammül edilmemekte, tüm farklılıklar aykırılık olarak görülerek çatışma unsuru haline getirilebilmektedir. Bizim yapmamız gereken ise Türk kültür ve tarihinden beslenerek insani değerler merkezli bir kültürün inşa edilmesini ve bunun da medeniyet tasavvuruna katkı yapmasını sağlamaktır. 8

Sonuç

Laiklik ve sekülerizm tartışmalarının özellikle İslam dünyasının geleceği açısından ileriye dönük olarak çok daha merkezi bir öneme sahip olacağını düşünüyoruz. Bireyselleşmenin, iletişimin ve etkileşimin artmasıyla kişinin benlik bilincine dair farkındalığı artmakta ve kişisel alanın korunması talebi her geçen gün daha yüksek sesle dillendirilmektedir. Bundan dolayı kişisel değer dünyasının diğer otoriter ve hâkim yapılar tarafından biçimlendirilmesine karşı bir koruma kalkanı olarak bu kavramlar önem arz etmektedir. 

Eğer bu kavramlara dair tartışmaları bağlamında ve sağlam bir zemin üzerinde yapmazsak, din ve değer dünyasındaki değişimlere yetişemediğimiz için değerler dünyamız tahrip olacak, yeni bir değer dünyası da oluşturamayacağımızdan bireysel ve toplumsal hayatta çok daha ciddi sorunlarla karşılaşacağız. Günümüzde özellikle bireysel alanın korunması ve din ve değerler alanına dair yorumların özgür bir şekilde ifade edilmesi sağlıklı bireylerin ve toplumun oluşması noktasında büyük önem taşımaktadır.

Dipnotlar

1 Aygün Akyol, “Dindarlıktan Dinidarlığa Deizm Meselesi”, İlesam –İlim ve Edebiyat Dergisi-, yıl: 3, sayı: 11, Mayıs-Haziran 2018, s. 20.

2  Aygün Akyol, “Cumhuriyetin İkinci Yüzyılında Türk Değer Sistematiği”, Türk Yurdu Dergisi, Yıl: 112, Sayı: 430, Haziran 2023, s. 24; a.g. mlf., Birey ve Toplum Üzerine, Araştırma Yay., Ankara 2022, s. 248; a.g. mlf. “Kitlelerin Tahakkümüne Karşı Bireysel Yönetim -Tedbiru’l-Mütevahhid Merkezli Bir İnceleme-“, Tedbiru’l-Mütevahhid içinde, Elis Yay., Ankara 2017, ss.183-218; 

3  Aygün Akyol, “Cumhuriyetin İkinci Yüzyılında Türk Değer Sistematiği”, Türk Yurdu Dergisi, Yıl: 112, Sayı: 430, Haziran 2023, s. 19, 20.

4  Akyol, “Cumhuriyetin İkinci Yüzyılında Türk Değer Sistematiği”, s. 22; a.g. mlf., “Gençliğin Dindarlık Tasavvuru ve Deizm Tartışmaları,” Günümüz Gençliğinin Zihin Problemleri, ed.: İbrahim Maraş, İsmail Erdoğan, Kitap Dünyası Yay., İstanbul 2019, ss. 223-254.

5  Töre kavramı ve anlam dairesi için bkz.: Aygün Akyol, Kutadgu Bilig’de Ahlak ve Siyaset, Elis Yay., Ankara 2013, ss. 32, 37.

6  Mustafa Sabri Küçükaşçı, “Harre Savaşı”, İslam Ansiklopedisi, Tdv. Yay., Ankara 1997, c. 16, ss. 245-274. 

7  İslam düşünce tarihinde tekfirci söylem için bkz.: Mevlüt Uyanık, Aygün Akyol, “İslam’da Tekfir Söyleminin Temellerine Dair”, Faysalu’t-Tefrika içinde, Elis Yay., Ankara 2021, ss. 23-70.

8  Aygün Akyol, İbn Haldun’da Kültür ve Medeniyet Tasavvuru, Elis Yay., Ankara 2019, ss. 178-184.

img

Prof. Dr.
Aygün Akyol