Avrupa’da aşırı sağı anlamak ve Frankfurt Okulu yöntemi

Avrupa ülkelerinde aşırı sağ ve popülist hareketlerin her geçen gün güçlendiğini görmekteyiz. Söz konusu hareketler siyasette de hızla ilerliyorlar. Bazı ülkelerde hükümet ortağı olanlar bile görülmektedir.

İtalya, Fransa, Avusturya, Hollanda ve diğer ülkelerde artık aşırı sağ, o ülkelerin geleceği hakkında karar verici duruma geldiler. Geçtiğimiz günlerde Almanya’da yapılan aşırı sağ karşıtı gösteriler ve büyük katılım, bu hareketlerin Avrupa için nasıl bir tehlike oluşturduğu da açıkça göstermektedir. 

Avrupa’da cereyan eden aşırı sağ hareketlerin büyümesi, hiç şüphesiz sadece bu ülkelerde yaşayan göçmenleri, azınlıkları ve mültecileri ilgilendirmiyor. Aşırı sağın bu kadar ilgi görmesi, bir çok bilim insanı ve sağ duyu sahibi Avrupalıyı da derin derin düşündürüyor. Bunun bir sonucu olarak yeni araştırmalar yapılırken, yeni kitaplar da yayınlanıyor.

İşte bunlardan birisi de, geçtiğimiz günlerde Groningen Üniversitesi öğretim görevlilerinden kültür felsefecisi Thijs Lijster’in yayınladığı “Frankfurt Okulu” adlı kitap çalışmasıdır. Zaten, Lijster’in doktora tezi de Frankfurt Okulu mensuplarından Walter Benjamin ve Theodor W. Adorno üzerineydi. Lijster, haftalık De Groene Amsterdammer ve Felsefe Magazini dergilerinde makaleler yayınlamaktadır.

Thijs Lijster’in son yazdığı “Frankfurt Okulu” kitabı, Trouw gazetesinden Marthe Kerkwijk tarafından tanıtıldı. Kerkwijk’in, kısa tanıtımı “aşırı sağı derin bir şekilde anlamak isteyenler Frankfurt Okulu kitabını okumalıdır” cümlesiyle başlıyor.

Tanıtım yazısında, Frankfurt Okulu filozofları, sosyologları ve psikanalistlerinin genellikle şu sorulara cevap aradıkları belirtiliyor: “Gelişmiş modern medeniyetimiz neden kötülüğü yok edemiyor? Aydınlanma; bilimsel, ekonomik ve teknolojik ilerlemeyle, insanda siyasi ve ahlaki emansipasyunu da sağlayacağı sözünü vermişti. Oysa bu mümkün olmadı. Her ne kadar gelişmiş olsak da, her zaman baskı var oldu. Holokost ise erdemin dibe vurmasıydı”.

Max Horkheimer, Theodor W. Adorno, Herbert Marcuse, Walter Benjamin ve daha sonra Jürgen Habermas, yukarıdaki sorulara çeşitli cevaplar verdiler. Cevapların ortak özelliği ise, “Batı kültür ilerlemesi hakkında optimist olmamalarıydı”. 

Çarpıcı olan bir nokta da, Frankfurt Okulu mensuplarının karşılaştığı zorluklarla, günümüz zorluklarının benzerlikleridir. Kapitalist kültür endüstrisinin sanatı tüketici ürünlerine dönüştürmesi gibi… 

İdeolojinin, kutuplaşmaları beraberinde getirmesi ve demokrasinin bir türlü erdeme ulaşmaması. İnsanın kendi özüne ve tabiata yabancılaşması. Bireylerin kendi doğrularına sahip olmaları ve mensup oldukları ideoloji ile insanlığı kurtaracaklarına inanmaları. Antisemitik komplo teorilerinin ve karizmatik diktatörlerin geniş kitlelerce benimsenmesi, günümüz sorunlarına bir kaç örnek teşkil etmektedir. 

Thijs Lijsters’ın yeni yayınlanan kitabı, “Frankfurt Okulu’nun geçmiş dönemlerde olduğu gibi, günümüzde de aktüel olduğunu” göstermektedir. Diğer taraftan, “Aşırı sağ teorileri, kullandıkları metotları, eleştiri yöntemlerini, komplo teorilerini ve seslerinin duyulmadığı düşüncelerinin yönelimlerini anlamamız için, Frankfurt Okulu düşüncesini daha yakından ve derinden araştırılması” salık verilmektedir. 

Filozof Thijs Lijsters’in yeni yayınlanan kitabında da görüldüğü üzere; günümüzde öncelikle Avrupa’da faşizme geri dönüş, aşırı sağ düşüncelerin normalleşmesi, Batı’da liberalizmin başarısızlığı, aşırı sağ ideolojilerin popüler olmasına katkıda bulunan gelişmeler, Avrupa düşünürlerinin gündemini oluşturduğu söylenebilir. Bu etkenlere ek olarak, küresel krizler, geleneksel siyasi akımlara, partilere tepkiler, yıllardır iktidar ortağı olan liberal, Hristiyan demokrat görüşlerin başarısızlıkları da, Avrupa’da aşırı sağ hareketlerin anlaşılmasında önemli etkenler arasındadır. 

Bu noktada dikkat çeken önemli bir gelişme de, Avrupa’nın siyasal hafızasını oluşturan ana akım siyasi partiler içindeki bazı siyasilerin aşırı sağa yakın bir dil kullanması ve yer yer aşırı sağ görüşlerle aynılaşmış olmalarıdır. 22 Kasım 2023 milletvekili seçimlerinde sandıktan birinci parti çıkan ve şu günlerde Hollanda’da hükümet kurmakla meşgul olan Geert Wilders’in siyasete Liberal Parti VVD’de başlamasını hatırlamamız bile, söz konusu geçişin açıkça örneğini teşkil eder. Diğer taraftan, son dönemlerde yapılan seçimlerde büyük oy kaybı yaşayan Hristiyan Demokratların, seçmenlerinin bir bölümünün aşırı sağa kayması olarak yorumlanabilir. Bu durum, Sosyal Demokratlarda da farklı değildir. 

Frankfurt Okulu’na geri dönersek, neredeyse yüz yıla yakın süreyle sosyal bilimleri etkileyen Frankfurt Okulu teorisi, elbette aktüel sorunların anlaşılması ve yorumlanmasında yeniden okunup, güncelleştirilebilir elbette. Zira, Avrupa’da aşırı sağ hareketlerin karşılık bulduğu ve seslerinin karar vericilerce duyulmadığını düşünen kitleler var Avrupa’da. Yoksulluk, her geçen yıl artarak devam etmektedir. Refah seviyesi yüksek olan Hollanda’da 26 bin evsiz insanın olması, gıda bankalarının her geçen yıl sayılarının artması, hatırı sayılır bir kitlenin memnuniyetsizliğini ortaya koymaktadır. İşte bu fırsatı en iyi kullanan Wilders gibi siyasetçilerin popülerliği son seçimlerde en büyük parti çıkması, Frankfurt Okulu mensuplarından Adorno psikolojisiyle anlaşılabilir. Zira, Avrupa’da faşizm tekrar yükselişe geçmiştir. İşe, göçmen, mülteci, Müslüman gruplara yönelik ön yargıların ölçülmesiyle başlanabilir. 


img

Uzman
VEYİS GÜNGÖR