İSRAİL-FİLİSTİN SAVAŞINDA BATI’NIN TUTUMU

Yahudilerin kutsal günü olarak kabul edilen Yom Kippur’a tekabül eden 7 Ekim günü, Hamas’ın askeri kanadı olarak kabul edilen İzzettin el-Kassam Tugayları’nın İsrail’e saldırısıyla başlayan savaş, hemen akabinde İsrail’in misilleme yaparak Gazze’de sivillerin olduğu hastane ve binaları bombalamasıyla birlikte, insanlığı ve vicdanları ayaklar altına alan korkunç bir tabloyu ortaya çıkardı.

1980 yılında imzalanan “Konvansiyonel Silahlar Anlaşması” bağlamında suç teşkil eden fosfor bombasını bile kullanmaktan imtina etmeyen, Makyavelist bir yaklaşımla zafere giden her yolu “mübah” gören İsrail Devleti’nin saldırılarında can veren Filistinlilerin sayısı her geçen gün artarken, son verilere göre ölü sayısı 20.000’e yaklaştı ve yaklaşık 2 milyon kişi yerinden edildi.1 İsrail’in “Devlet terörü” olarak tanımlanabilecek bu şiddet sarmalına 27 Ekim itibariyle bir yenisi daha eklendi ve internet hatlarının da kesildiği bölgede İsrail ordusu kara operasyon ağını genişlettiğini duyurdu. Hatta Kızılhaç’tan yapılan açıklamada, iletişimin koptuğu bir ortamda sivillerin güvenlik amaçlı nereye sığınacağını bilmesinin imkânsız olduğuna dair açıklamalar yapıldı. 

İsrail Savunma Bakanı Yoav Gallant’ın savaşın başlarında bu durumu “insan kılığındaki hayvanlara karşı mücadele” olarak nitelendirmesi 2, aslında savaşın kazanacağı boyutun vahametinin sinyallerini vermişti. İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu da daha önceki söyleminde Arapları “vahşi hayvanlar” olarak nitelendirmiş ve Filistinlileri ne kadar değersiz gördüğünü göstermişti. Hitler’in Alman ırkını dünyadaki en üstün ırk olarak görmesine ve Yahudileri aşağılamasına yıllardır tepki gösteren ve atalarına yapılan işkenceleri bir “soykırım” olarak dünyaya tanıtan İsrail’in, başka milletleri değersizleştirecek şekilde Nazilerle benzer bir söylemi kendisine düstur edinmesi ve masum sivillerin hayatlarını cehenneme çevirmesi de ayrı bir çelişki olarak karşımıza çıkmaktadır. İsrail bu kez Batı’nın ciddi şekilde desteğini alıp saldırılarına meşruiyet zemini kazandırmakta ve yıllardır kendi halklarının maruz kaldığı hukuk dışı ve gayri-insani eylemleri halihazırda kendisi uygulamaktadır.

Herfried Münkler ‘Yeni Savaşlar’ adlı kitabında “savaş” olgusunun artık kendini politikanın bir aracı olmaktan kurtarıp direkt olarak politikanın yerini aldığını vurgulamaktadır. 20. yüzyıldan itibaren savaşlar, politikanın ayrılmaz bir dinamiği haline dönüşmüştür. Devletler, meşruiyetlerini pekiştirmek ve uluslararası arenada söz sahibi olabilmek için artık savaşı en etkili yöntem olarak görmektedir. Bilhassa İsrail gibi güvenlik devletlerinin, ulusal güvenliğine en ufak bir tehdit durumunda bile “meşru müdafaa” kapsamında ve “terörle mücadele” adı altında savaşı meşrulaştırdığı kaotik bir sistem içindeyiz. İsrail’in Ortadoğu’daki güvenliğinin sağlanması ve Doğu Akdeniz’deki ticaret, petrol, gaz trafiğinin güvence altına alınabilmesi için Netanyahu’ya kol kanat geren Joe Biden liderliğindeki ABD’nin yanı sıra, İsrail’e arka çıkan güçlü Avrupalı devletlerin tutumları, uluslararası hukuku, barışı ve Filistin halkının yaşadığı acıları değersizleşmektedir.

İsrail’in her geçen gün dozajı artarak devam eden bu saldırıları karşısında Batı’nın gösterdiği tutum da, en az savaşın yarattığı maddi ve beşerî kayıplar kadar üstünde durulması gereken bir durumdur. Başta ABD olmak üzere Batılı devletlerin çoğu; İsrail’in Filistin halkına karşı on yıllarca yapmış olduğu insanlık dışı muamelelere, Batı Şeria’daki Yahudi yerleşim yerlerini genişletmesine ve Gazze’yi açık hava hapishanesi haline getirmesine ses çıkarmazken, sürekli “iki devletli çözüm” formülünü vurgulamaları inandırıcılıktan uzak bir görüntü çizmektedir. İşte bu iki yüzlü politikalarından dolayı hem Müslüman dünyası hem de Avrupalı yurttaşların dikkate değer bir kısmı, ABD’nin öncülüğünü yaptığı Batı ittifakına güvenmemektedir. Aslında ABD’ye olan bu güvensizlik, oğul Bush’un 11 Eylül saldırılarından sonra Irak’ta kimyasal ve biyolojik silahlar üretildiği (!) ve “terörle mücadele” gerekçesiyle BM’nin uyarılarını ve uluslararası hukuku hiçe sayarak Irak ve Afganistan’a karşı askeri müdahalede bulunmasıyla birlikte çoktan başlamıştı. İsrail’in de Hamas’ı ve terörü bahane ederek Filistin topraklarını bir nevi işgale hazırlanması, ABD’nin 20 yıl önce uyguladığı politikaların bir benzeri biçiminde tezahür ettiğinden, küçük kardeş İsrail’e verilen bu desteğin kendi değerleriyle çelişmediğini söyleyebiliriz.

Trump’ın başkanlığı döneminde ABD’nin, Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıması ve işgal altındaki Golan Tepelerini İsrail toprağı olarak görmesi, Filistin-İsrail sorunu konusunda yeni bir sürecin başlangıcı olmuştu. Trump yönetimi bu işgal planını kalıcılaştırmak üzere 2020’de “Yüzyılın Anlaşması” adı altında bir plan açıklamıştı. Kudüs’ü İsrail’in başkenti yapan, Batı Şeria’nın Yahudi yerleşim yerleri dışında kalan toprakları ile Gazze Şeridi’nde “Yeni Filistin” adı altında “sembolik bir devlet” kurulmasını amaçlayan bu plan ile İsrail’in işgallerini kalıcı hale getiren bir sözde çözüm amaçlanıyordu. Üstelik Filistin, kara sınırları üzerinde bile denetim hakkı olmayan, ordusu lağvedilmiş, kendi hava sahası üzerinde denetim hakkından yoksun bırakılmış ve uluslararası anlaşma yapma yetkisi olmayan bir devlet statüsü alacaktı. Böylece 1917’deki Balfour Deklarasyonu ile başlayan işgal süreci, “Yüzyılın Anlaşması” ile pekiştirilip misyonunu tamamlamak istiyordu. Dolayısıyla Filistin halkının karşı karşıya kaldığı bu çok yönlü kuşatma ve saldırılar, aslında ideolojik-politik olarak Hamas’a uzak duran Filistinliler de dahil Hamas’ın 7 Ekim’deki “Aksa Tufanı” operasyonunun Filistin halkından büyük destek görmesini sağladı.

Savaşın başlangıcından kısa bir süre sonra ABD Başkanı Biden ve İngiltere Başbakanı Sunak İsrail’e giderek Netanyahu’ya “Hamas’a karşı verilen bu savaşta İsrail’in yanında” olduklarını deklare ederek, “savaş sürsün” mesajı verdiler. İsrail’in El-Ehli hastanesine yönelik yapmış olduğu insanlık dışı saldırısına istinaden ABD Başlanı Joe Biden’in dünya kamuoyunun gözü önünde yapmış olduğu “Sizin yapmadığınızı biliyoruz, karşı taraf yaptı” şeklindeki açıklamalar ise, Filistin’e yapılan saldırıların süreklilik arz etmesi açısından adeta meşru bir zemin hazırladı. Hatta Biden bu söylemlerini biraz daha ileri götürdü ve “Eğer İsrail olmasaydı, biz bir İsrail yaratmak zorunda kalacaktık” minvalinde konuşarak İsrail’in, ABD’nin Ortadoğu’daki stratejik çıkarlarına hizmet eden hayati bir ülke olduğunun yeniden altını çizmiş oldu. 11 Ekim itibarıyla Gazze’de ölen Müslümanların sayısı 950’ye ulaşırken Biden, Tel Aviv’e verdiği destekte ısrarını sürdürerek, “Terörün hiçbir haklı gerekçesi olamaz. Hamas, Filistin halkının eşit onur ve kendi kaderini tayin hakkını savunmuyor” açıklamasıyla Hamas özelinde tüm Filistin’e yönelik İsrail’in saldırılarının dolaylı olarak önünü açmış oldu. İsrail’e verdiği desteği söylemden eylem boyutuna taşıyan Biden, Netanyahu Hükümeti’ne yardım için Kongre’den 14 milyar dolar talep etti, bunun yanı sıra İsrail’e tonlarca askeri araç gereç (F-18 uçakları, uçak gemileri, silah) tedarik eti ve özel operasyon birimlerini bölgeye gönderdi. Böylece İsrail’in de tıpkı ABD’nin 11 Eylül’de Irak ve Afganistan’a girerken ortaya attığı “terörizm ile savaş” gibi klişe bir gerekçeye benzer şekilde, Gazze’deki sivil halka her geçen gün dozajı artan bombalar yağdırmasının ve Gazze’yi işgal etmesinin önü açılmış oldu. 

Fakat son zamanlarda İsrail’in Filistin’de sivilleri de hedef alacak şekilde insanlık suçu işlemesi, ABD’yi de rahatsız etmiş olacak ki Biden, İsrail’in “küresel desteği” kaybetmeye başladığını belirterek İsrail Başbakanı Netanyahu ile ilişkilerinde derin bir çatlağa işaret etti. Ayrıca Biden’in, Netanyahu’nun tarihteki en muhafazakâr iktidar olduğunu, bu sebeple olası bir uzun vadeli çözüm için başında bulunduğu hükümette bazı değişikliklere gitmesini, bilhassa İsrail ulusal güvenlik bakanı Itamar Ben-Gvir başta olmak üzere şahin kanadın tasfiye edilmesini vurgulaması,3 aslında ABD’nin de Netanyahu Hükümeti’den rahatsız olduğunu da göstermektedir.

Batı’nın önde gelen bazı ülkeleri de İsrail’e olan desteklerini her fırsatta dile getirdiler. Almanya şansölyesi Olaf Scholz, Hamas’ın korkunç saldırısına karşı kendi ülkesini savunan İsrail’in desteklenmesi için AB’ye çağrıda bulundu. Scholz, İsrail’in kendisini yönlendiren insani ilkelere sahip demokratik bir devlet olduğunu savunarak, bundan dolayı İsrail ordusunun da yaptığı eylemlerde uluslararası hukuktan kaynaklanan kurallara riayet edeceğinden emin olunabileceğini vurgulayarak İsrail Devleti ile “uluslararası hukuk” kavramını aynı kefeye koydu. Fransa Devlet Başkanı Macron’un yaptığı ortak açıklamada ise Fransa, İtalya ve Birleşik Krallık’ın hep birlikte İsrail Devleti’ne kararlı ve birleşik destek verecekleri, Hamas’ı ve onun dehşet verici terör eylemlerini açık bir şekilde kınadıkları vurgulandı. AB de İsrail-Filistin çatışmasında ateşkes çağrısı yapmayacağını bildirirken, AB Komisyonu sözcülerinden Peter Stano, “Şu aşamada AB'den bir ateşkes çağrısı yoktur” diyerek barıştan değil savaştan taraf olduklarını belli etmiş oldu. Dolayısıyla Merkez Avrupa’nın sözü geçen ülkelerinde “ateşkes” ve “barış” kelimelerini pek kimse duymak istemiyor, zira ateşkesin Hamas’ın işine yarayabileceği düşüncesi hakim.

Avrupa Birliği içerisinde Gazze konusunda farklı düşünen istisna ülkelerin başında ise İspanya gelmektedir. İspanya Başbakanı ve Avrupa Birliği Dönem Başkanı Pedro Sanchez’in İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ile görüşmesinde Gazze şeridine yönelik binlerce sivilin ölümüne yol açan saldırıların terörizmle mücadele değil, sivil halkı topluca cezalandırma olduğunu söyleyerek adeta ders vermeye kalkışması, İsrail açısından şok etkisi yarattı. Sanchez, daha sonra gittiği Mısır’da Devlet Başkanı Abdulfettah es-Sissi ile görüştükten sonra Refah Sınır Kapısı’nda bu kez bölgede kalıcı bir insani ateşkesin mutlaka sağlanması gerektiğine dikkat çekti. Sanchez iki devletli çözüm için artık daha önceden BM’de “gözlemci devlet” statüsü kazanan Filistin Devleti’ni tanıma zamanının geldiğini ve AB ülkeleri arasında konsensüs sağlanmazsa İspanya’nın bu tanımayı tek başına yapacağını açıkladı.4 Belçika Başbakanı Alexandre De Croo ise gazetecilere verdiği röportajda Gazze Şeridi’ndeki insani krizin azaltılmasına yardımcı olmak için hazır olduklarını ve bundan sonra masa etrafında oturup Filistin’in tanınmasını tartışmak gerektiğini vurguladı. Ayrıca Belçika Federal Hükümeti’ne Filistin’i tanıması çağrısı yapan karar tasarısı, Brüksel Parlamentosu’nda 11 “hayır” ve 12 çekimsere karşı 56 “evet” oyu ile kabul edildi. İsrail’in yarattığı bu “devlet terörü” ne Avrupa Birliği’nin iki önemli üyesi İspanya ve Belçika’nın bu şekilde tepki göstermesi ve Filistin Devleti’nin tanınmasına ilişkin net duruşları, Batı içinde de halen birilerinin insan hakları ihlallerine göz yummadığını ve evrensel insani/vicdani değerleri pragmatist çıkarlardan üstün tuttuğunu görmek açısından sevindiricidir. 

Batılı halklarda ise durum tamamen ahlaki (moral) değerler üzerine kuruludur. Nitekim Avrupa’da İngiltere, Fransa, Almanya ve İtalya’da başlayan İsrail’in protesto edilip Filistin halkına destek gösterileri diğer Avrupa ülkelerine de yayıldı. ABD, Kanada, Latin Amerika ülkelerinde de Filistin’e destek gösterileri yayılıyor. Londra’da Oxford Caddesi’nde çok sayıda sivil toplum kuruluşunun çağrısıyla Filistin’le dayanışma eylemine katılan göstericiler, ellerinde Filistin bayrakları ve “Free Palestina” sloganlarıyla İsrail’in Gazze’ye düzenlediği saldırılara son verilmesi, derhal ateşkes ilan edilmesi ve Gazze’ye insani yardım malzemelerinin eksiksiz girişine izin verilmesi çağrısında bulundu. New York’ta da Filistin’e yönelen insanlık dışı muamelenin bir an önce bitirilmesi için yüzlerce Yahudi metrolarda İsrail’i protesto ederken, polis gözaltısı ile karşı karşıya kaldılar. Hatta İsrail’in kendi halkından bile Netanyahu Hükümeti’ne yönelik tepkilerinin yükselmesi ve savaşın müsebbibi olarak Netanyahu’yu suçlayan Yahudilerin giderek daha da kitleselleşmesi, İsrail Hükümeti’ne yönelen hamaseti gözler önüne sermektedir. İsrail içindeki son protestolarda aile fertleri Hamas tarafından esir alınan Yahudi ailelerin “Çocuklarımızı verin Netanyahu’yu alın” sloganları atması da Netanyahu ve ortaklarının halk nezdinde ne kadar itibarsızlaştığını göstermektedir.

Bu noktada uluslararası örgütler geç de olsa devreye girmeye çalışmaktadır. BM Güvenlik Konseyi’nin savaşın ilk başlarında bir “ateşkes” çağrısını bile yapamaması karşısında BM’nin Genel Sekreteri Guterres’in Hamas’ın 7 Ekim’de İsrail’de gerçekleştirdiği saldırıları kınadığını belirterek başladığı sözlerini; “Ancak Hamas saldırılarının durduk yere ortaya çıkmadığının da bilincinde olmalıyız. Filistin halkı 56 yıldır boğucu bir işgale maruz tutuluyor. Topraklarının adım adım yerleşim yerleri tarafından ele geçirilmesine ve şiddete şahit oluyor. Ekonomileri yıkılmış, insanlar yerlerinden edilmiş ve evleri yerle bir edilmiş durumda. Siyasi çözüme olan inançları yok olmaya başladı” ifadeleriyle devam ettirmesi, İsrail’in yaptığı haksız eylemlere dikkat çekmek açısından son derece önemlidir. Aralık ayı içinde de Antonio Guterres, görev süresi boyunca yetkisini ilk kez kullanarak Gazze’deki insani felaketin önlenmesi için BM Şartı’nın “Genel Sekreter, kendi görüşüne göre uluslararası barış ve güvenliğin korunmasını tehdit edebilecek herhangi bir konuyu Güvenlik Konseyi’nin dikkatine sunabilir” şeklindeki 99. maddesini işletmiş ve 6 Aralık’ta BMGK’ye mektup göndermişti. Bu mektupta Guterres, “Güvenlik Konseyi üyelerini insani felaketin önlenmesi için baskı yapmaya çağırıyorum ve insani ateşkesin ilan edilmesi talebimi tekrarlıyorum. Bu çok acil.”5 ifadelerini kullanmıştı.

Savaş ilerledikçe ve İsrail’in saldırıları insanlık dışı bir boyuta ulaştıkça, Batı da İsrail’i frenlemek için harekete geçti. 27 Ekim günü Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu’nda yapılan oylamayla Gazze’de insani ateşkes çağrısı yapan kararname ezici çoğunlukla kabul edildi. Ürdün’ün girişimi ile oylanan ve bağlayıcı olmayan kararnameyi 120 üye kabul ederken, ABD ve İsrail’in de bulunduğu 14 üye reddetti. 45 üye ise çekimser kaldı. Kararname, insani yardımların Gazze’ye ulaştırılması için ateşkes ilan edilmesi ve rehinelerin ivedilikle serbest bırakılması çağrısı yapmaktadır. Fakat bu çağrı ABD’nin İsrail’e olan desteğinden ötürü uygulamaya geçmedi. İsrail Dışişleri Bakanı Eli Cohen ise, BM Genel Kurulu'nda alınan kararla 120 ülkenin Gazze'de acil, kalıcı ve sürekli bir insani ateşkes çağrısında bulunmasıyla ilgili olarak “alçakça çağrı” ifadesini kullandı. Bu ifade bile İsrail’in salt bir savaş yanlısı olduğunun açık bir tezahürüdür. 20 Aralık’ta Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin Gazze’de yeni bir ateşkes çağrısı yapmasını öngören oylama ise yine ABD’nin itirazı ile bir kez daha ertelendi. BM tarafından yüksek sesle dillendirilen ateşkes çağrılarının ABD tarafından halen veto edilmesi, her ne kadar son zamanlarda Filistin’e yönelik söylemlerini yumuşatsa da Biden Hükümeti’nin halen savaşın sürmesinden yana tavır koyduğunu ve İsrail ile aynı gemide yürüdüğünü göstermektedir.

Sonuç olarak İsrail’in giderek dozajı artan ve direkt olarak sivilleri hedef alan bu saldırıları, Batı halkları nezdinde giderek protestolarla karşılaşan, ABD hariç Batılı devletler tarafından ise geç de olsa ateşkes çağrılarının yapıldığı bir noktaya evrildi. Saldırıların sonlandırılmasına yönelik somut adımların atılmaya çalışıldığı şu günlerde, savaş nidaları yavaş yavaş yerini barış söylemlerine bıraksa da mevzu bahis uluslararası hukuku hiçe sayan İsrail ve büyük ağabeyi ABD ise, kısa vadede umutlu bir tablodan bahsetmek ne yazık ki imkânsız görünmektedir. İşte Cumhuriyet’in 100. yılı öncesinde böylesine karmaşık ve kaotik bir süreç yaşamaktayız. Bir yanımız Filistinli siviller için üzülürken, diğer yanımız Cumhuriyet’in temellerinin atıldığı koskoca bir yüzyılı geride bırakmanın mutluluğunu ve gururunu yaşamaktadır. Ne şanslıyız ki, böylesine bir savaş ortamında Türkiye Devleti olarak sapasağlam temeller üzerinde yükselmenin, bağımsızlık şuurunun ve Cumhuriyet rejimi ile yönetilmenin ne kadar değerli unsurlar olduğunu hücrelerimize kadar bir kez daha hissediyoruz. 2024 yılına girerken duamız ve temennimiz; Filistin-İsrail savaşı özelinde küresel barışın sağlandığı, uluslararası hukuk mekanizmasının doğru bir şekilde işlediği, Müslüman siviller başta olmak üzere hiçbir dünya vatandaşının acı çekmediği ve masum çocukların ölmediği bir dünyada yaşayabilmek.

Dipnotlar

1  The Guardian (2023), “Palestinian death toll in Gaza nears 20,000 with nearly 2 million people displaced”, Erişim: https://www.theguardian.com/world/2023/dec/19/palestinian-casualties-in-gaza-near-20000-with-nearly-2m-people-displaced

2  Al Jazeera (2023), “Israeli defence minister orders ‘complete siege’ on Gaza”, Erişim: https://www.aljazeera.com/program/newsfeed/2023/10/9/israeli-defence-minister-orders-complete-siege-on-gaza

3 VOA Türkçe (2023), “Biden, “Netanyahu bu hükümeti değiştirmek zorunda. İsrail’deki hükümet işleri çok zorlaştırıyor”, Erişim: https://www.voaturkce.com/a/biden-netanyahu-hukumeti-degistirmek-zorunda-israil-uluslararasi-destegi-kaybediyor/7396977.html

4  Perspektif (2023), “İspanya’dan Filistin’e Destek AB’de Yankı Bulur mu?”, Erişim: https://perspektif.eu/2023/12/11/ispanyadan-filistine-destek-abde-yanki-bulur-mu/

5 Turkey Posts (2023), “UN Security Council decision on aid to the Gaza Strip was postponed for the third time”, Erişim: https://turkey.postsen.com/world/amp/466962


img

Doç. Dr.
Eren Alper Yılmaz