İBN-İ HALDUN’DAN DERS ÇIKARMAK

İbn-i Haldun altı asır önce ‘Coğrafya kaderdir’ sözünü ederken Türkiye ve bölgemiz için çok önemli bir gerçekliğin altını çizmişti. Gerçekten de coğrafyasındaki gelişmeler Türkiye’yi ve etki/ilgi alanını ciddi derecede zorluyor.

Soğuk Savaş sonrası ters yüz edilen dengeler, 90’lı yıllarda çok çeşitli bölgelerdeki karışıklıkların ertesinde, özellikle 11 Eylül saldırılarıyla farklı bir mecraya sürüklenmiş durumda. Ne yapmak istedikleri tam ve kolayca anlaşılamayan küresel güçler Türkiye’yi ve mazlum milletleri hedeflerine oturttular. Oyunlar barışçıl toplumlara, dünya siyasetine dair gizli ajandaları bulunmayan milletlere yönelik. Etraf ateş çemberine alınmış, ölümü gösterip türlü hastalıklara razı etme gayretiyle hareket ediyorlar.

Türkiye’nin son dönemlerde savunma sanayiindeki ilerlemelerini inkar etmek mümkün değil. Tam bağımsızlık yönündeki adımlar takdiri hak ediyor. Lakin toplum ve devlet olarak tüm adımların atılıp, atılmadığının bir muhasebesinin yapılması gerektiği de ifade edilmelidir. Başta ‘yumuşak güç’ unsurları olmak üzere bölgesel düzeyde etki meydana getirebilecek sivil toplum kuruluşlarına pozitif destek verilmesi gerektiği söylenmelidir.

Bağımsız ve tarafsız olduğu söylenen Greenpeace, Amnesty International ve Human Rights Watch gibi küresel örgütlerle Kızıl Haç türü insani yardım kuruluşlarının ne kadar tarafsız ve ne kadar bağımsız oldukları son derece tartışmalı. Kızılay’ın 6 Şubat depremiyle yerle bir olan algısını bir kenara bırakırsak, uluslararası seviyede faaliyet gösteren kuruluş sayımız yok denecek seviyede. Bu konuda sivil toplum kadar, belki daha fazla sorumluluk devlete düşüyor. Sivil yapıları bölgesel ve küresel ilişkilere taşıma sorumluluğu ona ait olduğu için.

Bu kadar zorlu bir coğrafyada yaşamamıza, bin yılları bulan devlet tecrübemize rağmen hala doğru dürüst bir uluslararası kamuoyu oluşturma refleksini yakalayamadığımız ortada. Suriye, Filistin, Keşmir, Doğu Türkistan, Yemen ve Türki Cumhuriyetler nezdinde yürütülen politikaların ve atılan adımların yeterli karşılığı bulduğunu söylemek mümkün değil.

Evet, bugün bir dünya savaşı mevcut. Uzunca süredir çeşitli platformlarda dillendirdiğimiz "bu savaş klasik bir savaş değil, enformasyon, ekonomi, kültür, spor ve sosyal alanda sürüyor" söylemi her geçen gün doğrulanmaya devam ediyor. Doğrudan çatışma ve sıcak savaşlarda vekiller eliyle yürütülüyor.

Gazze meselesi, mesela, vicdanları daha fazla yaralayacak. Kısa sürede neticelenmesi beklenmiyor. Kaldı ki Gazze bitse yarın başka bir sorun alanı baş gösterecek. Karabağ’ın tam hürriyete kavuşmasının mutluluğunu yaşayamadan bu kez ses Filistin’den geldi. İki buçuk milyon insan 50 yılı aşan dışlanmışlık, kuşatılmışlık ve yoksulluk döneminden sonra yeni bir mecraya sürüklendi. Görünen o ki, insanlık artık üç maymunu oynama gereğini bile duymuyor. İnsaf sahibi sınırlı bir kesimin kınaması dışında, bölge ve alan Siyonist terör devletinin merhametine terk edilmiş vaziyette. Bu toprakların kadim halkına en temel insan hakları bile tanınmıyor. 

Bölgeye savaş gemisi ve askeri yığınak yapan ülkelerin Gazze ile sınırlı bir operasyon düşünmedikleri kolayca görülebiliyor. O zaman bu yığınak kimin için? Bölgede kafasını son dönemlerde kaldırmaya başlayan ve bölgesel uyuşmazlıklarda boy gösteren Türkiye’den başkası olabilir mi? Hedef İran olsaydı son 44 yıldır beklemezler, devrimden bir süre sonra yapacaklarını yaparlardı. Kaldı ki, Akdeniz’de İran ağırlığı aramak yerine Türkiye etkisini araştırmak daha doğru görünüyor.

Sismik arama gemimizin yanına demirleyen uçak gemisi ve kuşatan diğer savaş gemileri Doğu Akdeniz üzerinden bölgeyi kontrol etme saikıyla hareket ediyorlar. Yunanistan’a yapılan yığınak, Kıbrıs’taki İngiliz üslerinin aşırı derecede silahlandırılması bunların temel göstergeleri.

Oyunu açık oynamalıyız artık. Suriye’de düşürülen SİHA’mız ABD ve avenesinin gerçek niyetlerini gösteriyor. Gazze terör devleti için ‘temizlenirken’ bölgedeki Türk varlığı iyiden iyiye yıpratılıyor.

Türkiye bugün hiç olmadığı kadar bir yol ayrımında. İkinci Dünya Savaşı sonrasında oluşturulan yapay gündem ve kutuplaşma ortamında kendisini Batı limanına demirleyen Türk dış politikası ve siyaseti artık bir karar vermek zorunda. Ülkesinde 28 tane NATO üssünü barındıran, özellikle İncirlik ve Kürecik üsleriyle Ortadoğu’yu gözetleme imkânı verdiğimiz ABD ve diğer güçlerle bir hesaplaşma sürecine girmek durumundayız.

Bu hesaplaşma kolay ve hızlı olmayacak. Ama elimizdeki kozu kullanmaktan geri durduğumuz her dakika, her saat ve her gün aleyhimize işlemeye devam edecek. Zira Space X uyduları zaten muhataplarına bilgi aktarmaya başladı. Kapattık dediğimiz anda karşı taraf bir dönem panik yaşayacaktır. Bu etki yarın daha kısa süreli olacak. Ayrıca, ülkemizde konuşlu nükleer ve balistik füzeleri bölgemizde nakledebileceği daha güvenli ülke henüz mevcut değil.

Söz verdikleri ve bedelini tahsil ettikleri F-35’leri değil, F-16 bile vermeyen ABD ile bu ‘müttefiklik oyununu’ daha fazla devam ettirmek mümkün görünmüyor. Şunun altını çizelim: ABD ve Türkiye müttefik değil. O zaman karşı tarafın düşmanca hamleleri ve menfaatlerimiz hilafına tavır ve davranışlarını daha fazla taşımak zorunda değiliz. Düşman olmamız gerekmiyor, ama en azından ilişkinin adının konulması ve karşılıklı çıkar ilişkilerinin gözetilmesini isteme hakkımız bulunuyor.

Kendi elleriyle besleyip, büyüttükleri FETÖ, PKK, PYD, YPG terör yapılanmalarını Türkiye’ye karşı doğrudan bir biçimde kollayan bir haydut/zorba devletle dost kalabilmenin ve dost gibi davranabilmenin maliyeti çok yüksek. İran gibi yapmayalım, Kuzey Kore olmayalım ama tam bağımsız ve varsa, uluslararası hukuk bağlamında bir Üçüncü Yol’u savunmamız gerekiyor. Bu saatten sonra Rusya veya bir başka gücün himayesi de bize yakışmaz. Mevcut uluslararası hukuk ihtiyaca cevap veremiyor. Öyleyse ‘hakkaniyet’, ‘ölçülülük’, ‘kazanılmış haklara saygı’ ve ‘adalet’ gibi hukukun temel ilkeleri üzerinden bir konsensüs oluşması için çabalamak gerekiyor.

Yeni bir harekete yeşil ışık yakabilecek pek çok devlet ve millet mevcut. İnsanlık özellikle 1945 sonrası dönemde dayatılan ikilemin dışında bir çözüm istiyor. Soğuk Savaş döneminde Hindistan öncülüğünce geliştirilmek istenen Bağlantısızlar Hareketi’nin ‘bağlantısız’ olmadığı için başarısız olma örneğinin dışında bir standart ortaya koymak gerekiyor.

Tarih cesaret sahiplerini yazar. Zor zamanlar, zor kararların alındığı ve başarıların elde edildiği dönemler olarak kayda geçer. Böylesi bir girişimin sadece Osmanlı hinterlandında değil, küresel düzeyde destek bulması işten bile değil. Türkiye illa ki lider olmak zorunda da değil; hayırlı bir hareketin başlatılmasına aracı olsun yeter.

İbn-i Haldun’un tespiti bugün Türkiye’ye tarihi bir sorumluluk yüklüyor. Her zaman kötüler, haydutlar ve haramiler kazanan pozisyonunda olmak zorunda değil.

Çevremizdeki her felaket bizi ya da bizi sevenleri doğrudan biçimde etkiliyor ve sürekli savunma pozisyonunda kalıyoruz. Döngüyü kırmak için bir çıkış yapsa Türkiye ve hukukun temel ilkeleri çerçevesinde bir duruş gösterge insanlık için de bir umut olabilir. Bunu yaparken düşünce kuruluşlarını, sivil yapılanmaları ve diğer yumuşak güç unsurlarını yanına almalı, onların destek ve katkılarıyla süreci yönetmelidir. Karşısına çıkabilecek ülke ya da şirket odaklı engelleri, sosyal medya badirelerini de böylece atlatabilir.

Aksi halde problemden probleme savrulma ve sürekli defansta kalma kaçınılmaz bir son olmaya devam edecektir.


img

Prof. Dr.
ÖNDER KUTLU