DİJİTAL KÜRESELLEŞME VE SİYASAL KUTUPLAŞMA: POPÜLİZMİN POST TRUTH ÇAĞDAKİ ROLÜ VE ETKİSİ
Küreselleşme, popülizm tartışmalarında önemli bir rol oynamaktadır. 1990’lardan itibaren yoğunlaşan ve “hiperküreselleşme” olarak da adlandırılabilecek uluslararası ekonomik entegrasyon, birçok ülkede toplumsal ve ekonomik parçalanmayı derinleştirmiştir.
Prof. Dr. Arzu AL
Uzman Ebru DOĞAN
Küresel rekabete maruz kalanlarla kazananlar arasındaki fark giderek belirginleşmiş ve bu durum özellikle orta ve düşük gelir gruplarında kaygı ve hoşnutsuzluğu artırmıştır. Bu, ekonomi literatürü açısından tahmin edilen bir gelişme olarak değerlendirilmiştir; zira serbest ticaret bazı gruplara avantaj sağlarken diğerlerini ekonomik kayıplara maruz bırakmıştır. Bu bağlamda, serbest piyasa koşullarında ekonomiyi inceleyen makroekonomi, küresel finans piyasalarındaki dalgalanmaların ve krizlerin etkilerini anlamaya ve bunlarla başa çıkmaya çalışmıştır. Ekonomi tarihi de benzer bir tabloyu doğrular niteliktedir: Önceki küreselleşme zirve dönemlerinde kazananlar ile kaybedenler arasındaki eşitsizlikler, popülist tepkilerin yükselmesine zemin hazırlamıştır.
Popülizmin tarihsel kökleri, tek bir olaya veya döneme bağlı olmayıp farklı coğrafyalarda ve zamanlarda ortaya çıkan çeşitli hareketlere dayanmaktadır. Temel olarak popülizm, “gerçek halk” ile “yozlaşmış elitler” arasındaki ahlaki çatışma anlatısı üzerine kuruludur ve bu özellik, tarih boyunca birçok farklı bağlamda kendine yer bulmasını sağlamıştır. Örneğin 19. yüzyılda Rusya’da “Narodnikler” olarak bilinen halkçı hareket, entelektüeller aracılığıyla köylülere siyasi bilinç kazandırmayı ve köy komünleri temelinde bir sosyalist düzen kurmayı amaçlamıştır. 19. yüzyılın sonlarında ABD’de kurulan Halk Partisi (Populist Party) ise tarım ekonomisinin zorluklarıyla mücadele eden çiftçileri ve işçileri bankalara, demiryolu şirketlerine ve Kuzeydoğu’daki siyasi elitlere karşı örgütleyerek devletin ekonomi üzerindeki kontrolünün artırılmasını ve halkın çıkarlarının korunmasını savunmuştur. 20. yüzyıl ortasında Latin Amerika’da ortaya çıkan popülizm ise karizmatik liderler (örneğin Arjantin’de Juan Perón, Brezilya’da Getúlio Vargas) aracılığıyla kentli işçi sınıflarıyla güçlü bağlar kurarak halkı sanayileşme ve ekonomik bağımsızlık vaatleri üzerinden mobilize etmiş ve geleneksel siyasi ile askeri elitlere karşı bir duruş sergilemiştir. Günümüzde popülizm hem sol hem de sağ ideolojilerde kendine daha fazla yer bulmakta; ekonomik krizler ve göç gibi küresel sorunlar karşısında yükselen bir siyasi olgu olarak varlığını sürdürmektedir.
Tarihsel kökenler, günümüz dijital platformlarındaki popülist söylemlerin mekanizmalarını anlamak için de önemli bir zemin oluşturur. Bu ekonomik uçurumlar yalnızca geleneksel siyaseti değil, dijital platformlar üzerinden yürütülen popülist söylemleri de beslemektedir. Sosyal medya algoritmaları; ekonomik güvensizlikleri, kültürel kaygıları ve toplumsal gerilimleri doğrudan mesajlaşma ve viral içeriklerle çoğaltarak özellikle kırsal ve muhafazakâr seçmen tabanında etki yaratmaktadır. Dolayısıyla günümüz popülist hareketlerinin yükselişi, küreselleşmenin ekonomik etkileri ile dijitalleşmenin getirdiği iletişim dinamiklerinin birleşiminden kaynaklanan çok boyutlu bir süreç olarak anlaşılabilir.
Bu makalede, dijitalleşmenin getirdiği yeni iletişim dinamikleri ve post-truth çağındaki bilgi akışı bağlamında günümüz popülist hareketlerinin yükselişi incelenecektir. Dijital küreselleşmenin yarattığı ekonomik eşitsizliklerin ve kültürel kaygıların, sosyal medya algoritmaları aracılığıyla yayılan popülist söylemler için verimli bir zemin hazırladığı ve bu durumun post-truth çağında siyasal kutuplaşmayı derinleştirdiği görülmektedir. Küreselleşme, dijitalleşme, popülizm, post-truth ve siyasal kutuplaşma kavramları bu bağlamda makalenin temel eksenini oluşturacaktır.
Örneğin Donald Trump, 2020 ABD başkanlık seçim kampanyası ve seçim sonrası süreçte Twitter üzerinden hem destekçilerini mobilize etmiş hem de seçim sonuçlarıyla ilgili tartışmalı ve yanlış bilgileri yaymıştır. Bu çabalar, bazı destekçilerin 6 Ocak 2021’de Kongre binasına yürüyüp saldırmasına yol açan kitlesel harekette önemli bir etken olmuştur. Kongre baskını sonrasında Trump, Twitter’dan yasaklanmış ve destekçileriyle iletişimini sürdürmek amacıyla Truth Social platformunu kurmuştur. 2022’de Elon Musk, Twitter’ı satın alarak platformun yönetimini değiştirmiş ve Trump’ın hesabının yeniden açılmasını desteklemiştir. Bu gelişme, popülist liderlerin dijital platformları nasıl stratejik biçimde kullanabildiğini ve sosyal medya sahiplerinin politik etkilerini doğrudan şekillendirebildiğini göstermektedir. 2024 ABD başkanlık seçimlerinde Trump, sosyal medya üzerinden doğrudan iletişim stratejisini sürdürmüş; dijital platformların popülist hareketler üzerindeki etkisini bir kez daha gözler önüne sermiştir.
Günümüz dijital bilgi ortamında kullanıcıların çoğunlukla kendi görüşlerini destekleyen içeriklerle karşılaşması, “filter bubble” (filtre baloncuğu) ve “echo chamber” (yankı odası) kavramlarıyla açıklanır. Filter bubble, algoritmaların kullanıcı tercihlerini dikkate alarak onlara benzer içerikleri sunması sonucu bilgi çeşitliliğinin daralmasını ifade eder. Echo chamber ise kullanıcıların yalnızca kendi bakış açılarını doğrulayan kişiler ve gruplarla etkileşimde bulunmasıyla, karşıt görüşlerden tamamen izole olmalarını açıklar. Bu süreçler, post-truth durumunu pekiştirerek bireylerin gerçekleri eleştirel bir şekilde değerlendirme yetisini sınırlamaktadır.
TikTok, özellikle genç kullanıcılar arasında politik içeriklerin hızla yayılabildiği bir platform hâline gelmiştir. “#VoteBiden” ve “#Trump2020” gibi etiketler üzerinden milyonlarca kısa video paylaşılmıştır. Biden destekçileri, mizahi, yaratıcı ve viral içeriklerle gençleri oy kullanmaya teşvik etmiştir. Trump’ın kampanyası, TikTok’un genç taban üzerinde sınırlı etkili olmasına rağmen platformun popülist karşıt güçleri harekete geçirme potansiyelini göstermiştir. Almanya’da AfD (Almanya için Alternatif) ve Fransa’da Marine Le Pen’in bazı destekçileri, TikTok’u kullanarak göçmen karşıtı veya milliyetçi içerikler yaymıştır. Bu içerikler, çoğunlukla kısa, dikkat çekici ve viral olabilecek şekilde tasarlanarak genç seçmenleri ideolojik olarak etkilemiştir. Özellikle mizahi veya duygusal çağrılarla yapılan paylaşımlar, platformun algoritması sayesinde hızla yayılabilmiştir. TikTok, kullanıcıların ilgi alanlarına göre içerik akışı (For You Page – FYP) sunmaktadır. Bu algoritma, kullanıcıları belirli bir politik görüşe maruz bırakmada ve hızlı, hedefli biçimde popülist söylemleri yaymada güçlü bir araç hâline gelmiştir. Platformun virallik odaklı doğası, özellikle kısa ve etkileyici popülist mesajların hızla milyonlara ulaşmasını sağlamıştır. TikTok, doğrudan Trump veya benzeri popülist liderler için kritik bir platform olmasa da genç seçmenler arasında popülist, milliyetçi veya karşıt görüşleri mobilize etmek açısından somut bir örnek sunmaktadır.
Brexit sürecinde sosyal medya, popülist söylemlerin yayılmasında kritik bir araç olarak öne çıkmıştır. Özellikle Twitter ve Facebook üzerinde yürütülen kampanyalarda seçmenleri doğrudan etkileyen kısa, çarpıcı ve tekrar edilebilir etiketler kullanılmıştır. Örneğin “#TakeBackControl”, “#VoteLeave”, “#BrexitMeansBrexit” gibi etiketler, ulusal egemenlik ve ekonomik kontrol vurgusunu öne çıkarmak amacıyla sıkça paylaşılmıştır. Facebook üzerinde yürütülen kampanyalar ise hedeflenmiş reklamlar aracılığıyla belirli bölgelerdeki seçmen gruplarına doğrudan mesajlar ulaştırmıştır; örneğin ekonomik belirsizlik yaşayan bölgelerde “Brexit will protect jobs” gibi içeriklerle ekonomik güvensizlikler manipüle edilmiştir. Twitter’da ise kullanıcılar, viral paylaşımlar ve kısa videolarla göç ve ulusal kimlik kaygılarını ön plana çıkaran mesajları hızla yaymış, popülist söylemin geniş kitlelere ulaşmasını sağlamıştır. Bu örnekler, dijital platformların popülist liderlerin mesajlarını hem kişiselleştirilmiş hem de kitlesel biçimde iletmede nasıl etkin bir araç olarak kullanıldığını göstermektedir.
Buna ek olarak yapay zekâ, sosyal medya algoritmalarının temelini oluşturarak popülist hareketlerin etkisini artırmıştır. AI tabanlı içerik öneri sistemleri, kullanıcıların ilgi alanlarını analiz ederek onlara kişiselleştirilmiş ve çoğu zaman doğrulanmamış politik içerikler sunmaktadır. Bu durum; ekonomik güvensizlikler, kültürel kaygılar ve toplumsal gerilimler gibi mevcut duyarlılıkları daha da pekiştirerek seçmen tabanında kutuplaşmayı artırmaktadır. Örneğin AI algoritmaları, kısa sürede viral olabilecek popülist mesajları ön plana çıkarabilir ve destekçileri mobilize edebilir. Bunun yanı sıra, derin sahte içeriklerin (deepfake) üretilmesi ve dağıtılması, post-truth çağında bilgi manipülasyonunu kolaylaştırmaktadır. Bu bağlamda AI, dijital küreselleşmenin sunduğu iletişim araçlarını stratejik biçimde kullanabilen popülist liderlerin mesajlarını güçlendiren bir araç hâline gelmiştir.
Küreselleşme, ekonomik ve kültürel yapıları derinden etkileyen bir süreçtir ve bu etkiler popülizmin yükselmesine zemin hazırlamaktadır. Ekonomik eşitsizlikler, iş gücü kayıpları ve kültürel kimlik tehditleri, küreselleşmenin tetiklediği önemli sonuçlar arasındadır. Küreselleşmenin getirdiği rekabet, geleneksel iş gücü ve kültürel normlar üzerindeki baskılar, birçok insanı bu dönüşümlere karşı savunmasız hâle getirmiştir.
Ekonomik açıdan küreselleşme, düşük maliyetli üretim ve ticaretin artmasıyla bazı sektörlerde büyük kazançlar sağlarken diğer sektörlerde ciddi iş kayıplarına yol açmıştır. Özellikle gelişmiş ülkelerde bu kayıplar, iş gücü üzerinde büyük bir baskı oluşturmuş ve gelir eşitsizliğini artırmıştır.
Kültürel düzeyde ise küreselleşme, ulusal kimliklerin tehdit altında olduğunu hissettiren bir etki yaratmıştır. Göçmenlerin artışı, kültürel homojenleşme kaygıları ve yerel değerlerin erozyona uğraması, popülist liderlerin söylemlerinde sıkça vurgulanmıştır.
Küreselleşme hem ekonomik hem de kültürel açıdan geniş toplumsal kesimler üzerinde baskılar yaratmış ve popülizmin yükselmesine zemin hazırlamıştır. Bu dinamikler, popülizmin yükselmesinin sebeplerini daha iyi anlamamıza yardımcı olmakta ve küreselleşmenin özellikle sağcı popülizm ile ilişkisinin karmaşık doğasını ortaya koymaktadır.
Küreselleşmenin sınırlılıkları ve yanlış anlaşılmış başarı beklentileri, popülist hareketlerin yükselişinin temelini oluşturmaktadır. Küreselleşmeden beklenen ekonomik faydalar çoğu zaman aşırı tahmin edilmiş; maliyetler ve olumsuz dağılım etkileri göz ardı edilmiştir. Bu süreç, küreselleşmeyi savunan elitlere duyulan güvenin zayıflamasına ve toplumsal gerilimlerin dijital ortamda yayılmasına yol açmıştır.
Küreselleşmenin getirdiği çeşitli faydaların yanı sıra dünya çapında yeni tehditler de ortaya çıkmıştır. Bunlar arasında ekonomik eşitsizlik, uluslararası terörizm, çevresel sorunlar (örneğin iklim değişikliği), küresel sağlık krizleri (örneğin COVID-19 pandemisi) ve siber güvenlik tehditleri yer almaktadır. Popülist politikaların bu tehditlere karşı tutumu ise genellikle yerel çözümler ve izolasyonist politikalarla şekillenmektedir. Popülizm, bazen uluslararası iş birliğinden kaçınmayı ve yalnızca ulusal çıkarları savunmayı ön plana çıkartarak küresel tehditlere karşı etkili bir çözüm sunamamaktadır.
Sağlık acil durumu, ekonomik çöküş, popülist öfke ve ekolojik tehdit zamanlarında toplumlar, koruma arayışında içe dönmeye zorlanmaktadır. Piyasaların küreselleşmesini yöneten ideoloji olan neoliberalizm yargılanmakta; bu arada devlet müdahalesi, karantinalar, kitlesel aşı programları, açık bütçe harcamaları ve iklim planlaması ile şaşırtıcı bir şekilde geri dönmektedir. İşte bu, “Büyük Geri Çekilme”dir.
Büyük Geri Çekilme, neoliberal küreselleşmenin ve serbest piyasa ideolojisinin sınırlılıklarının ortaya çıkmasıyla devletlerin yeniden ekonomik, sosyal ve politik alanda etkin rol üstlenmeye başlamasını ifade eder. 1980’lerden itibaren serbest piyasa ve uluslararası ticaretin ön plana çıkması, devlet müdahalesinin geri çekilmesine yol açarken küreselleşmenin yarattığı ekonomik eşitsizlikler, iş gücü kayıpları ve kültürel kaygılar toplumda derin hoşnutsuzluklar yaratmıştır. COVID-19 pandemisi, ekonomik çöküşler, iklim değişikliği ve popülist öfke, devletlerin ulusal müdahale yetkilerini yeniden ön plana çıkarmasına zemin hazırlamıştır. Bu süreçte devletler, sağlık sistemlerine doğrudan müdahale etmiş, kitlesel destek paketleri uygulamış, sınır kontrolleri ve ekonomik teşviklerle piyasaları düzenlemiş, iklim ve çevre politikalarında daha belirleyici roller üstlenmiştir. Büyük Geri Çekilme, neoliberal küreselleşmenin savunduğu serbest piyasa, iş gücü esnekliği ve uluslararası entegrasyon anlayışlarının; ulusal egemenlik ve demokratik kontrol gerekçeleriyle geri plana itilmesini ve devlet odaklı politikaların yeniden yükselmesini simgeler. Bu durum, küreselleşmenin ekonomik ve kültürel etkilerinin popülist hareketler üzerindeki etkisiyle birleştiğinde günümüz siyasal kutuplaşmasının ve post-truth çağındaki bilgi manipülasyonlarının zeminini güçlendirmektedir.
Büyük Geri Çekilme’nin belki de en çarpıcı yanı, yarattığı derin çelişkidir. Popülist söylem, geleneksel olarak “devlet baskısına” karşı “bireyin özgürlüğü” ve “serbest piyasa” retoriği üzerinden kurgulansa da fiiliyatta yol açtığı sonuç tam tersi yöndedir. Örneğin Donald Trump gibi popülist liderler, COVID-19 pandemisi sırasında maske zorunluluğu ve kapanma önlemlerini “özgürlük ihlali” olarak kodlayarak bu liberal söylemi sahiplenmişlerdir. Ancak aynı popülizmin tetiklediği Büyük Geri Çekilme dinamikleri – millî sınırların sıkılaştırılması, yerli üretimin devlet teşvikleriyle korunması, ulusal çıkarlar adına dijital alanın regülasyonu – kaçınılmaz olarak devletin ekonomiye ve toplumsal hayata daha fazla müdahale etmesini ve otoritesini genişletmesini gerektirmiştir. Dolayısıyla popülizm, “küçük devlet” söylemiyle yükselişe geçerken aslında pratikte “büyük devlet” uygulamalarının yeniden canlanmasına zemin hazırlayan paradoksal bir işlev görmüştür. Bu durum, popülizmin neoliberalizme bir tepki olarak doğarken onun çözülüşünün ardından ortaya çıkan boşluğu doldurma biçiminin de bir göstergesidir. Aynı zamanda ekonomik ve sosyal politikaların yeniden devlet odaklı bir form kazandığını ortaya koymaktadır.
Günümüzde, küreselleşmenin etkilerine rağmen ulusal, dinsel ve etnik kimlikler zayıflamak bir yana birçok bölgede güçlenmektedir. Bu durum, küresel bir köyden çok dünyanın farklı bölgelerinde birbirinden ayrışmış “küçük köylerin” varlığına işaret etmektedir. Modern dünya siyaseti açısından büyük toprak temelli devletler, yalnızca son üç–dört yüzyıldır başat kurum olarak öne çıkmaktadır. Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte küreselleşmenin hız kazanması, dünya politikasının geleceğine ilişkin çeşitli hipotezlerin gündeme gelmesine yol açmıştır. Bu hipotezlerden biri, küresel sistemin bir tür “dünya hükümeti” yapısına doğru evrileceği yönündeydi. Ancak uluslarötesi şirketler, sivil toplum kuruluşları ve diğer hükümet dışı aktörler, devletlerin karşısına yeni güçlükler çıkarabilse de onların yerini alamamaktadır. Nitekim bu yeni yüzyılda devletlerin sayısının azalması yerine aksine artması muhtemeldir; küreselleşme tartışmaları, devletlerin rolünün zayıflayacağı yönündeki beklentilerin çoğu zaman abartılı olduğunu ortaya koymaktadır.
Küreselleşmenin etkileri sıklıkla abartılmıştır. Bazı siyasetçiler ve ekonomistler, ticaret anlaşmalarını istihdam yaratma temeline dayandırarak bu sürecin toplumsal maliyetlerini yeterince dikkate almadan savunmuşlardır. Gayri Safi Yurtiçi Hâsıla (GSYİH) ve büyüme kazançları çoğu zaman aşırı tahmin edilmiş; olumsuz dağılım etkileri ve sosyal maliyetler ise göz ardı edilmiştir. Bu abartılı değerlendirmelerin önemli siyasi sonuçları olmuştur; bunlardan biri, küreselleşmeyi savunan elitlere duyulan güvenin zayıflamasıdır. Küreselleşmenin sınırlılıkları ve buna karşı geliştirilen yanlış karşıt tepkiler, çeşitli dersler sunmaktadır: Toplumda bilim ve bilgiye dayalı yaklaşımın önemi, ortak kabul gören gerçeklerin değerini korumanın gerekliliği, halkı kasıtlı olarak yanlış bilgilendirmenin tehlikeleri ve ekonomik güçlerin adil dağılımının büyüme kadar önemli olduğu gerçeği bu dersler arasında yer almaktadır. Örneğin Donald Trump döneminde savunulan yeni korumacılık politikaları, küreselleşmeden zaten olumsuz etkilenen grupların durumunu daha da kötüleştirme potansiyeline sahiptir. Bu bağlamda küreselleşmenin yarattığı sorunlarla başa çıkmak ve toplumsal eşitsizlikleri azaltmak için kapsamlı sosyal koruma politikaları geliştirilmesi gerekmektedir. Makale, küreselleşmenin sınırlılıklarını ortaya koyduktan sonra, ekonomiyi ve siyaseti daha dengeli ve sürdürülebilir bir yola yönlendirebilecek politika önerilerini tartışmaktadır.
Buna rağmen hâlâ yanıtlanması gereken önemli sorular bulunmaktadır. Öncelikle, küreselleşme popülizmi hangi mekanizmalar aracılığıyla beslemektedir? Bu soruyu yanıtlamak, kapsamlı bir siyasal ekonomi modeli gerektirir. Ayrıca küreselleşmenin tek bir olgu olmadığını unutmamak gerekir; uluslararası ticaret, finans ve iş gücü hareketleri gibi farklı boyutları bulunmaktadır ve her birinin siyasal sistem üzerindeki etkisi farklıdır. Son olarak, küreselleşme ekonomik kaygılar yaratan tek faktör değildir ve belki de en etkili olanı değildir. Peki, küreselleşme neden teknolojik değişim veya normal ekonomik dalgalanmalara kıyasla siyaseti bu denli güçlü biçimde şekillendirmektedir?
Elbette ekonomik ve teknolojik dalgalanmalar ile sosyal medyanın yükselişi, bireylerin açıkça ifade etmedikleri veya bilinçli olarak gündeme getirmedikleri kültürel değer ve tutumların önemini artırabilir ve kültürel kutuplaşmayı derinleştirebilir. Ancak bu durumlarda kültür, nihai belirleyici değil; ekonomik ve teknolojik değişimlerin etkilerini güçlendiren ara bir değişken rolü üstlenmektedir. Bazı literatürlerde de görüldüğü üzere kültür, bu aracılık rolü sayesinde küreselleşme kaynaklı ekonomik ve teknolojik sarsıntıların siyasal etkilerini pekiştirmektedir.
Bu makale, hiperküreselleşmenin yol açtığı ekonomik eşitsizlikler ve kültürel kaygıların, dijital iletişim dinamikleriyle birleşerek post-truth ortamında güçlü bir popülist dalgayı nasıl beslediğini analiz etmiştir. Tarihsel olarak, küreselleşmenin kazananlar ve kaybedenler yaratma eğilimi her zaman siyasi istikrarsızlığa ve popülist tepkilere zemin hazırlamıştır. Günümüzde ise sosyal medya algoritmaları ve yapay zekânın yarattığı “filtre baloncukları” ve “yankı odaları”, bu tepkileri kitlesel olarak mobilize etmede ve siyasal kutuplaşmayı derinleştirmede benzeri görülmemiş bir etkiye sahiptir. Donald Trump’ın seçim kampanyaları, Brexit süreci ve TikTok üzerinden yürütülen milliyetçi mobilizasyonlar bu sürecin somut örnekleridir.
Popülizmin tetiklediği “Büyük Geri Çekilme” ise ironik bir biçimde, neoliberal küreselleşmeye karşı bir tepki olarak doğmasına rağmen devletin ekonomiye ve toplumsal hayata müdahalesini güçlendiren paradoksal bir sonuç üretmiştir. Bu durum, mevcut krizin sadece ekonomik veya teknolojik bir boyutu olmadığını, aynı zamanda derin bir kurumsal ve demokratik kriz içerdiğini göstermektedir. Bu çok katmanlı krize yanıt vermek, tek boyutlu çözümlerle mümkün değildir.
Post-truth çağının en büyük tehdidi, gerçeklik algısının aşınmasıdır ve bu durum vatandaşların eleştirel düşünme becerilerini geliştirmesini, enformasyon kaynaklarını sorgulama alışkanlığı kazanmasını zorunlu kılmaktadır. Bu bağlamda UNESCO’nun (2021) da vurguladığı üzere, “Bilgi için Medya ve Enformasyon Okuryazarlığı” (MIL), bireylere yalnızca teknoloji kullanımını öğretmekle kalmayıp; aynı zamanda dezenformasyonu tespit etme, algoritmik önyargıyı anlama ve etik ikilemleri çözme becerisi kazandırmayı hedeflemektedir. Böylece, pasif bir içerik tüketicisinden aktif ve eleştirel bir dijital vatandaşa geçiş mümkün hâle gelmektedir. Ancak dijital okuryazarlık tek başına yeterli değildir; sosyal medya platformlarının kâr amacı güden ve kutuplaşmayı besleyen algoritmik yapıları, demokratik süreçleri doğrudan tehdit etmektedir. Bu nedenle algoritmaların içerik moderasyonu ve dağıtım kararlarında şeffaf ve hesap verebilir olmasını sağlayacak yasal düzenlemeler acil bir ihtiyaçtır. Avrupa Birliği’nin Dijital Hizmetler Yasası (DSA), kullanıcıların algoritmalar tarafından nasıl hedeflendiklerini anlamasını ve itiraz edebilmesini mümkün kılacak önemli bir adım olarak değerlendirilmektedir.
Diğer taraftan küreselleşmenin yol açtığı ekonomik eşitsizlikler, popülist hareketlerin ana kaynağını oluşturmaktadır. Bu nedenle özellikle ekonomik dönüşümden olumsuz etkilenen kesimlere yönelik eğitim ve istihdam odaklı sosyal politikaların uygulanması zorunludur. Dani Rodrik tarafından “küreselleşme üçlü açmazı” (demokrasi, ulus-devlet egemenliği ve hiperküreselleşme arasındaki uyumsuzluk) olarak tanımlanan durum, hiperküreselleşme yerine “akıllı küreselleşme” yaklaşımının benimsenmesiyle düzeltilebilir. Bu yaklaşım; ulusların sosyal sözleşmelerini koruma kapasitesini güçlendirmeyi, yerel ekonomilere yatırım yapmayı ve iş gücünü dijital ekonomiye hazırlayacak kapsamlı mesleki eğitim programlarını (upskilling ve reskilling) içermektedir. Refah devleti, yalnızca mali bir yük olarak değil; sosyal istikrar ve sürdürülebilir büyümenin garantörü olarak yeniden düşünülmelidir.
Popülist izolasyonizm, iklim değişikliği, pandemiler veya siber güvenlik gibi sınır tanımayan küresel tehditlere yanıt veremez. Bu sorunlar, yeniden tanımlanmış ve demokratik denetime açık bir uluslararası iş birliğini zorunlu kılmaktadır. Kapuściński gibi yazarlar, küresel kurumların meşruiyet ve etkinlik krizine dikkat çekerek bu kurumların yeniden yapılandırılması gerektiğini vurgulamaktadır. Böylece ulusal çıkarlar ile ortak küresel çıkarlar arasında dengeli bir çok taraflılık anlayışının geliştirilmesi mümkün olabilir.
Dijital demokrasiyi güçlendirmek, ekonomik eşitsizlikleri azaltmak ve küresel iş birliğini yeniden icat etmek; post-truth ve popülizm çağında karşılaşılan krizleri çözmenin temel yollarını oluşturmaktadır. Sürdürülebilir bir gelecek, küresel ve yerel dinamikleri uyum içinde yönetme ve demokratik hesap verebilirlik ile sosyal adaleti merkeze alan kapsayıcı politikalar aracılığıyla inşa edilebilir.
Sonuç olarak küreselleşmenin krizi, basit bir ekonomik politika hatasından öte; teknolojik ilerleme, ekonomik yapılar ve siyasal meşruiyet arasındaki dengenin bozulduğu derin bir dönüşümün semptomudur. Popülizm, bu dengesizliğin patolojik bir sonucudur. Kalıcı çözüm, dijital demokrasiyi güçlendiren, ekonomik eşitsizlikleri azaltan ve küresel iş birliğini yeniden kurgulayan kapsayıcı kurumlar aracılığıyla mümkündür. Gelecek, küresel ile yerel arasında bir tercih yapmak değil; her iki düzeyin en iyi unsurlarını demokratik bir çerçevede uzlaştırma kapasitemize bağlıdır.


