TÜRKİYE’NİN YOLU NEREYE?

1923 yılında kurulduğundan bu yana yüz yıl geçmiş olan Türkiye Cumhuriyeti, 20. yüzyılın badirelerini atlatarak 21. yüzyıla devam ediyor. Kurucu felsefesi kimlik olarak Türk milliyetçiliğini öne çıkaran, laik ve gelişimini Batı tipi modernleşme üzerine oturtan bir ülke olarak günümüze kadar gelmiştir.

Geçmişte geçirdiği acı tecrübeler, bu seçimleri üzerinde önemli rol oynamış gibi gözüküyor. Batılı ülkeler ile savaşmasına karşın Batılı ülkeler ile dostluğa önem vermiş bir ülke olarak sorunlarını Batılılarla yaptığı Lozan Antlaşması’yla çözmüş. Komünist olmamasına rağmen 1945’lere kadar Sovyetler Birliği ile dostluk anlaşmaları imzalamış olan bir ülke. Türklükten gelen kültür yapısı ile askeri gücüne gerek Osmanlı İmparatorluğu döneminde gerekse başlangıcını Atatürk’le yaptığı Cumhuriyet döneminde önem vermiştir. ’Yurtta Barış Dünya’da Barış’ stratejisini de elden bırakmamıştır. Belki de ülkenin jeostratejik durumu onun hem güçlü hem de barışçı bir politika izlemesini zorunlu kılmıştır.

Balkan Savaşları, I. Dünya Savaşı, peşinden gelen Kurtuluş Savaşı nedeniyle sermaye birikimine sahip olamaması onu Cumhuriyet dönemlerinde devlet eliyle kalkınma demek olan “Devletçilik” ilkesine itmiştir. Balkanlar’da ve Ortadoğu’daki komşularıyla barış antlaşmaları yaparak topraklarını koruma altına almış ve Batılıların aralarında sorun çıktığı dönemde Hatay’ın vatana katılmasıyla hakkı olan toprakları geri alabilmiş. Lozan Antlaşmasını imzalamayan Amerika Birleşik Devletleri hukukta, yaşamda, ekonomide yapılan reformları görünce, içindeki eski Osmanlı azınlıklarının karşı propagandalarına rağmen 1927 yılında Türkiye ile Lozan benzeri bir antlaşma imzalamıştır. Tarih kitaplarımızda çok yer almamasına karşın 1933-34 yılları arasında The Hines-Kemmerer Türkiye’ye yardım misyonu, Türkiye’nin isteği üzerine ülkeye gelip ulusal ekonomik kalkınma ve yatırımcılık konusunda destek vermiştir.

İkinci Dünya Savaşı’na giden günlerde ve savaş içinde, karşısındaki değişen ittifaklara karşı Türkiye pragmatik bir denge siyaseti izlemiştir. Anadolu’ya göz koyan Mussolini’ye gerekli cevabı vermiş, Almanya’yı ona krom satarak dizginlemiş, İngiliz ve Fransızlarla temasını kesmemiştir. Savaştan sonra güçlenen Sovyetler Birliği’nin boğazlardaki istekleri ve Ermenilerin Doğu Anadolu’da toprak istemeleri karşısında Batı kampı içinde yer almayı ulusal güvenliği açısından tercih etmiştir. Truman Doktrini ile Yunanistan’la birlikte kendisine verilen mali ve askeri desteklerle birlikte Batı bloğunun güvenilir bir ülkesi olmuştur. Avrupa Konseyine katılmış, Marshall planından faydalanmış ve Kore’ye asker gönderme fedakarlığına katlanarak NATO’ya (1952) üye devletlerden biri olmuştur.

Batı kampının içinde olmanın de etkisiyle 1946 çok partili rejime geçilmiştir. 1950 seçimlerinden sonra iş başına gelen Demokrat Parti, Cumhuriyet Halk Partisi içinden çıkmış köylüye ve yeni gelişen kesimlere hitap etmiş ve dini söylemleri öne çıkarmıştır. 1960'a kadar süren bu dönemde nüfus artmış, Amerika’nın etkisiyle sendikacılık ortaya çıkmış, NATO için geniş bir askeri yapılanmaya gidilmiş ve savunma harcamaları artmıştır. Demokrat Parti siyasi literatürde ‘güzelleştirme’ denen yol yapma gibi altyapı yatırımlarına önem vermiştir. Üretime ve gelir oluşturmaya etkisi olmayan bu yatırımlar sonucu 1950 ortalarında Türkiye ekonomisinde zorluklar baş göstermiştir. Mali destek bulmak için Boğaz Köprüsü gibi projelerle Amerika’ya giden heyetler, Amerika’nın Sovyetler’in Sputnik uydusunun uzaya atılması karşısındaki heyecanları ve uzay yarışının başlangıç masrafları nedeniyle Türkiye’nin isteklerine cevap verememişlerdir. Türk parası dolar karşısında devalüe edilmek zorunda kalınmıştır. Bir doların dokuz lira olduğunu dönemdeki ekonomik sorunlar halk eylemlerine doğurmuş ve Demokrat Parti hükümeti halka karşı sert önlemler almaya başlamıştır. Türkiye Ruslardan yardım almaya gitmeden önce 1960 askeri darbesi gerçekleşmiş ve yapılan seçimlerde Cumhuriyet Halk Partisi iktidara gelmiştir.

1960-1980 dönemlerine damga vuran gelişmelerin başında Kıbrıs olayları gelmektedir. 1964’te Türkiye’nin soydaşlarını kurtarmak için giriştiği Kıbrıs Hava Harekatı sonunda Amerikan Başkanı Johnson meşhur mektubunu göndererek Türkiye’nin NATO silahlarını izinsiz kullanamayacağını ve çevredeki bir ülke tarafından saldırıya uğrarsa korunamayacağını bildirilmiş ve Türkiye’ye ekonomik ambargo uygulamıştır. Bu ambargo sonucu Türkiye’de milliyetçi ve sol akımlar gelişmeye başlamış, çıkan olaylar sonucu 1970’te ikinci askeri darbe yaşanmıştır. 1974’te Yunan tarafındaki askeri cuntanın başarısız yönetimini gizlemek için Kıbrıs Cumhuriyeti’ni ele geçirme eylemleri karşısında Ecevit, Erbakan hükümeti Kıbrıs’a müdahale kararı almış ve adanın kuzeyinden itibaren ada iki ayrı toplumlu bir yapıya dönüşmüştür. Kendi müttefikleri arasında çatışmalara izin vermeyen Amerika, hem Yunan yönetimine hem de Türk yönetimine ekonomik ambargo uygulamıştır. Bu ambargonun etkisini, devrin Başkanı Süleyman Demirel’in söylediği: “Türkiye 70 Cent’e muhtaçtır.” cümlesi ile ifade etmek mümkündür. Bu tür sosyo-ekonomik yapı ülke içinde devletin desteklediği sağ gruplarla sol grupların çatışmasına yol açmış ve 1980’de üçüncü askeri darbe olmuştur. Bugün hâlâ geçerli olan ve günümüzde birçok maddesi değiştirilmesine rağmen yeni bir anayasa yapılması istenen 1980 Anayasası halk oyuna sunulmuş ve kabul edilmiştir.

1970’lerin ortasında milliyetçi çevrelerin yanında sol eğilimli yazarlara karşı İslamcı şairlerin eserlerinin yayınlandığı dergiler ortaya çıkmaya başlamıştır ve bu eserlerde yeniden canlanma temaları işlenmiştir. Belirsiz bir şekilde başlamış İslam halklarının yeniden canlanmasına yönelik oldukları görülmüştür. 1970’leri şekillendiren bir başka gelişme ise Ortadoğu savaşlarını kaybeden Arapların terör eylemlerine girmeleridir. Terör eylemleri bombalamalar, uçak kaçırmalar, diplomatlara karşı girişilen kaçırma ve suikastlar şeklinde cereyan etmiştir. Rusya ve Amerika’daki diasporalarının kışkırtmasıyla Ermeniler de Türk diplomatlarına karşı suikast eylemlerine girişmişlerdir. Bu terörist eylemler 1980 ortalarına kadar sürmüş ve 1984’te belki de Ortadoğu’nun her tarafa yansıyan ortamından faydalanarak sol eğilimli Kürt terör eylemleri başlamıştır. Bu eylemler 1990 ortasına kadar yoğunluğunu artırarak devam etmiştir. 1970’ler öncesinden başlayarak Türk dış siyasetinde günümüze kadar etki yapan diğer bir gelişme Amerika’nın Avrupalılara kurdurduğu Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) ile olan ilişkiler olmuştur. 1970’te AET ile ortaklık anlaşmasını imzalayan Türkiye, bu topluluk içinde yer almak için epey çaba göstermiştir. 1970 sonlarındaki Ecevit hükümetinin Türkiye’nin AET ‘ye girmesi karşısında Türkiye’nin sömürüleceğini düşünerek çekimser kaldığı iddia edilmiştir. 1980’ler sonrası Özal hükümeti “Ortak Pazar” olarak adlandırılan bu kuruluşa girmek için çaba göstermiş, ılımlı Siyasal İslamcı kültürüne karşın, Reagan-Thatcher ikilisinin ortaya çıkardığı ihracat yönlü kalkınma, küreselleşme modeline uymuştur. Belki de AET’ye girmek için en müsait dönem, Sovyetlerin en uyuşmaz ve Batıyı korkutan döneminin olduğu devir Avrupa Birliği’ne girmek için en uygun zaman olabilirdi.

1990’ların başında Sovyetler Birliği çökmüştür. Sovyetlerin çökmesiyle birlikte Batılıların da desteğiyle eski Sovyet alanları karmaşa içinde kalmıştır. Balkanlar, Kafkaslar ayaklanan halkların çatışma bölgeleri olmuştur. Ortadoğu’daki İsrail-Arap mücadelesiyle birlikte konu ele alındığında Türkiye, ‘Şeytan Üçgeninde’ bir stratejistin söylediği gibi “Barış Adası” olarak kalmıştır. Bu gelişmeler NATO ülkeleri nezdinde Türkiye’nin önemini artırmıştır.

1990’lar içinde Türk ekonomisi durgunluk dönemi geçirmiştir. Tansu Çiller’in yönettiği  ekonomik yapı faizlerin aniden düşürülmesi nedeniyle 1994 yılında ekonomik zorluklar içine girmiştir. 1994’te sosyal demokratların iki kampa bölünmesi sonucu, Refah Partisi’nden Recep Tayyip Erdoğan İstanbul Belediye başkanlığı seçimini kazanmıştır. 1995’ten sonra Refah Partisi’nin yasama meclisinde gücü artmıştır.

1996’da Türkiye ile Avrupa arasında, bugün değiştirilmesi arzu edilen, Gümrük Birliği anlaşması imzalanmıştır. 8 Eylül’de Başbakanlığa Erbakan gelmiştir. Askerin egemen olduğu Milli Güvenlik Kurulundan çıkan bir bildiri nedeniyle Erbakan istifa etmek durumunda kalmıştır. Bu durumda Tayyip Erdoğan’ın artık önü açılmış. 1997’de Mesut Yılmaz Başbakan olmuş ve onu Bülent Ecevit hükümeti izlemiştir (1999). Aynı yıl, Türkiye’nin baskısı sonucu Suriye’den gönderilen PKK’nın terör stratejisi planlayıcısı ve lideri Abdullah Öcalan, Türk, Amerikan ve İsrail gizli servislerinin gayretiyle Kenya’da yakalanmıştır. PKK, şubat ayı içinde artık silahlı çatışmaya girmeyeceğini, bu dönemin bittiğini bildirmiştir.

2000’li yılların en önemli olaylarından biri, Güneydoğu Asya’da Batının ekonomik yatırım modelini değiştirmesiyle başlayan, dünyada yayınlan ve aynı zamanda Türk bankalarından kredi alan üreticileri ve bankaları vuran bir kriz olmuştur. Bu ekonomik çöküş; sosyal demokrat, sol ve muhafazakar partilerin halkın gözünde meşruiyetlerini kaybedip  silinmesine yol açmıştır. 2001 yılında Adalet ve Kalkınma Partisi kurulmuştur. Parti geleneksel muhafazakar-Müslüman bir yapıyı benimsemiş, ancak Avrupa Birliği taraflısı olmuştur. Yapılan parlamento seçimlerini beklendiği gibi AK Parti kazanmıştır. Önce Abdullah Gül, sonra Tayyip Erdoğan Başbakan olmuştur. AK Parti ilk yıllarında Ecevit tarafından getirtilerek IMF’nin kemer sıkma politikalarına yakın bir tutum izlenmesini sağlayan Kemal Derviş’in politikalarına devam etmiş ve Türk parasından sıfırları atmıştır. Partinin 2008’e kadar süren ekonomik başarısında Amerika’nın bol para basarak uluslararası çevreye yayması da yatmaktadır. 2003 yılında başka bir önemli olay Irak’a yapacağı askeri müdahaleyi Kuzey’den, Türkiye üzerinden planlayan ve bu konuda hazırlık yapan Amerikan askeri planının TBMM’den geçmemesidir. Amerika bu konuda Türk askeriyesini planı yeterince desteklememekle suçlayacaktır. Amerika 1970’lerden beri gelişen Nurcu hareketin, sonradan AK Parti desteği altına giren Fetullah hareketiyle planlayarak bu işin hesabını askeriyeye ödetecektir. 2004 yılında anayasal değişiklikle kamu yaşamında ordunun rolü sınırlandırılacaktır. Aynı yıl içinde işkencenin yasaklanması, kişisel özgürlüklerin genişletilmesi ile ilgili olarak yapılan Anayasa’nın 90/4’üncü maddesine yapılan ekler ile Türkiye 2005 yılında Avrupa Konseyi tarafından Avrupa Birliğine katılma pazarlığına başlaması kararı alınacaktır. 2006 yılında Abdullah Gül cumhurbaşkanı olacaktır. 2007 yılında birden Ergenekon Örgütü iddiasıyla ve saklanmış silahların bunması nedeniyle aşırı milliyetçilerin, askerlerin ve Kemalist solcuların komplolarını önlemek için iki yüze yakın asker ve üç general tutuklanacaktır. Bu gelişmelerle orduda, yargıda ve polis teşkilatında önemli bir güce sahip olan Gülenciler cemaatinin önemli rol oynadığı görülecektir. Ordunun atama ve yükselme kararlarında yapılan değişiklikler Erdoğan’a ordunun üst kademesini kendisine yakın kişilerden oluşturmasını sağlayacaktır. Bu gelişme 2013 yılında Gülencilerle arası açıldığında ve 2016’da Amerika destekli Gülenci subayların rol aldığı askeri darbe ile baş etmesinde önemli bir rol oynayacaktır. Geriye dönersek, 2008 yılında Anayasa mahkemesi, üniversitelerde başörtüsünün takılmasını engelleyen yasağı kaldıracaktır. 2009 yılında Ermenistan’la diplomatik ilişkilerini normalleştirme anlaşması imzalanırken 2010 yılında Başbakan Tayyip Erdoğan’ın İsrail’i Mavi Marmara saldırısı nedeniyle suçlaması bu iki ülkenin arasını açacaktır. Aynı yıl yapılan anayasa değişikliğiyle yargının ve ordunun güçleri azaltılacaktır.

Türkiye’nin AK Parti ile izlediği dış politikada, önce dışişleri bakanı olan ve sonra başbakan olan Davutoğlu’nun etkisi olduğu görülmektedir. Davutoğlu’nun önerdiği Türk dış politikası dört temel noktası olmuştur. Avrupa Birliğine girmek için pazarlıklara devam etmek, NATO üyeliği içinde ABD ile iyi geçinmek, Yakın Doğu ve Arap ülkeleriyle ilişkileri normalleştirmek ve Rusya ile iyi ilişkiler kurmak. Bu politikanın özeti: “Komşularla Sıfır Sorun” olarak adlandırılmıştır. Davutoğlu, Türkiye’nin Osmanlı mirası nedeniyle Arap dünyasında etkisi olduğunu ve bu alanda siyası ve ticari ilişkileri geliştirmenin gerekli olduğunu savunmuştur.

Suriye ile ilişkiler 2010’lerde olumlu bir biçimde gelişmiştir. 1998’de Suriye ile yapılan anlaşma ile Suriye’nin PKK terörünü önlemesi kabul edilmiş ve Türkiye, Suriye topraklarında belli bir alana kadar müdahale hakkına sahip olmuştu. Suriye ile Türkiye arasında karşılıklı ziyaretler ve ortak parlamento toplantıları gerçekleştirilmiştir. 2011 yılında Amerikan yeni muhafazakârlarının desteklediği Arap ayaklanmasından sonra (2010), Türkiye’yi ziyaret eden başta Hillary Clinton ve diğer Amerikalı görevlileri tarafından Suriye’deki silahlı ayaklanmayı çözüme kavuşturmaya yanaşmayan Başer Esad hükümetine karşı askeri müdahalede bulunulmuştur. Esad’ın ülkesinin Kuzeydoğusunu boşaltarak Türkiye’yi Kürt unsurlarla karşı karşıya bırakması bu müdahalenin yapılmasında etkin olmuştur. Amerika’nın umudu olan Batıyla dost, seçimle işbaşına gelen Müslüman liderlerden oluşan bir yapılanma modeli içine Türkiye de çekilmiştir.

Projenin adı ‘Büyük Ortadoğu Projesi”dir (BOP). AK Parti hükümetini en çok etkileyen olaylardan biri, 2013 yılında Taksim’deki ağaçları kesme konusunda laik ve muhalif kesimlerinin reaksiyonlarını yansıtan Taksim gezisi eylemleridir. Oldukça geniş bir halk kitlesi Gezi Parkı’ndaki eylemlere katılmışlardır. 2013 Gezi olayları, Mısır’da devlet başkanı seçilen Müslüman Kardeşler grubunun üyesi olan Mursi’ye karşı girişilen gösterilerle aynı döneme rast gelmiştir. Aynı yıl, Fetullahçı grupların Başbakan Tayip Erdoğan’a cephe açmaya başladıkları yıldır.

Amerika’nın beklediği, halk seçtiği için demokratik sayılan rejimler pek Batı dostu çıkmayıp terör olayları Suriye ve Irak’ı kasıp kavurunca ABD, Türkiye’yi İran ve Rusya karşısında yalnız bırakmıştır. Başkan Obama, Suriye’de Rusya ve İran’a karşı gerekli baskıyı uygulamamıştır. Savaş nedeniyle sayıları yüz bini aşmayacağı tahmin edilen Suriyeli göçü çatışmalar boyunca artarak milyonlara ulaşmıştır. Hem iklim değişikliği hem de Amerika’nın rejim değiştirme stratejileri sonucu terör olayları ile birlikte göç hareketleri Ortadoğu’dan Kuzey Afrika ülkelerine kadar yayılmıştır. 2015 Suriye’nin İdlip ve civarını bombalayan Rus uçaklarından biri düşürülünce Türkiye ile Rusya’nın arası açılmıştır. Rusya, Türkiye’nin kendisini sırtından vurduğunu iddia etmiş ve Türkiye’ye ekonomik ambargo uygulamaya başlamıştır. Bu ambargo Türk ekonomisini oldukça engellemiştir. Rusya ile yapılan görüşmelerde hava yumuşatılmış ve Suriye’nin Kuzeydoğusunda Amerika’nın desteğiyle gittikçe gelişen YPG ve PKK unsurlarına karşı Rusya ve İran’la Soçi’de toplantılar dönemi başlamıştır. Yumuşayan havanın diğer bir yönü, NATO ülkesi olan Türkiye’nin Amerika karşı olmasına rağmen Rusya’dan hava savunma füzesi olarak S-400 füzelerini alması olmuştur. Amerikan kongre üyeleri bu gelişmeye karşı çıkmışlar ve Türkiye bir milyardan fazla para ödediği F-35 projesinden çıkartılmıştır.

Trump dönemi, Amerika’nın yarı-yalnızcılık dönemi olarak yorumlanmaktadır. Bu dönemde Trump Afganistan savaşını bitirme ve Ortadoğu’dan çekilme niyetindedir. Rakip olarak Rusya’yı değil Çin’i görmüştür. 2017’de Rahip Bronson olayı patlak vermiş ve Trump’ın ekonomik müeyyidesi Türkiye’de doların fırlamasına neden olmuştur. Trump’ın İsrail dışında Ortadoğu’ya önem vermesiyle Türkiye, Suriye’nin kuzeyine 2019’dan başlayarak üç büyük askeri müdahalede bulunmuş, Suriye’nin kuzeydoğusu hariç, YPG ve PKK hareketlerinin kuzeye sızmalarını önlemiştir. Yine bu dönemlerde ortaya atılan ‘Mavi Vatan’ stratejisi Ege ve Doğu Akdeniz’de Türkiye ile Yunanistan ilişkilerinin gerilmesine neden olmuştur. Yunanistan, Batılılar, Mısır ve İsrail tarafından desteklenmiştir. Türkiye ayrıca Libya’ya asker göndererek Rusya’nın desteklediği General Hafter’e karşı Müslüman Kardeşler’i desteklemiş ve Suudi Arabistan elçiliğinde Suudi vatandaşı olan bir gazetecinin öldürülmesi üzerine Suudi Arabistan’la arası açılmıştır. 2016-2021 dönemi Türkiye’nin, bölgesel güç politikasını çevresine yansıttığı, Batı ve Doğu’dan bolca düşman yarattığı bir dönem olmuştur. Bu dönem içinde Recep Tayyip Erdoğan 2014 yılında halk oyuyla seçilen ilk cumhurbaşkanı olmuş, Haziran 2018’de ikinci defa seçilerek Cumhurbaşkanlığına devam etmiş ve Mayıs 2023’te bir defa daha seçilmiştir. Bu dönemde Erdoğan-Trump arası ilişkiler de gelişme göstermiştir.

Gelişmelere ekonomik açıdan bakacak olursak 2000 yılında dünya GSMH sıralamasında 17’nci sırada olan Türkiye, 2021 sonunda 21.nci sıraya düşmüştür. Menderes döneminde olduğu gibi gelir yaratmayan altyapı yatırımlarına ve ekonomide inşaat sektörüne önem verilmiş, teknolojik gelişmelere ve inovasyona yeteri kadar önem verilmemiştir. Oy deposu olarak görülen muhafazakar Müslüman ve az eğitimli kesimlere verilen yardımlar üretime dönüşmediği için ekonomik gelişme olumsuz yönde etkilenmiştir. Yol, köprü ve havaalanlarının dolara bağlı, yüksek maliyetli ve ödeme garantili projeleri; seçilmiş bazı ekonomik sektörleri ve bu sektörlerin patronlarını aşırı zenginleştirirken diğer kesimlerin ekonomik zorluk içinde kalmasına yol açmıştır. İlk on yılında iyi bir ekonomik performans gösteren AK Parti iktidarı, inişli çıkışlı bir büyüme ile 2019 yılına kadar gelmiştir. 2018’deki rejim değişikliğinden sonra ekonomik alanda ivme kayıpları yaşanmıştır. Özellikle faizleri aşağı çekip kredileri artırarak dış satışa yönelik bir politika izlenmesi, mali destek sağlanması için devlet mallarının sürekli olarak satılması ekonomiyi içinden çıkılmaz bir hale getirmiş ve vatandaşlar daha güvenli gördükleri döviz ve tahvillere yatırım yapmıştır. Ekonomik zorluklarla birlikte hukukun üstünlüğü, insan hakları konusunda önemli zaaflar belirmiştir. Bir yazarın yorumuna göre, büyük çoğunluğu oluşturan aşırı muhafazakar ve muhafazakar çevreler, demokratikleşmeyi önde gelen bir sorun olarak görmemiş; önem verdikleri husus güvenlik, beka sorunu ve dini konular olmuştur. AK Parti bu geniş kitleyi milliyetçiliği temsil eden Milliyetçi Hareket Partisi’ni yanına alarak sağlamıştır. Böylece muhalefette çeşitli koalisyonlar dönemi başlamıştır. Ancak, AK Parti’nin yüksek oylar aldığı Orta Anadolu bölgesinde oylar, yaşanan büyük deprem felaketine ve ekonomik duruma rağmen 2023 seçimlerinde AK Parti’ye ve cumhurbaşkanlığı seçiminde Tayyip Erdoğan’a gitmiştir.

2023 yılı, Türkiye’nin dış ilişkilerinde olduğu kadar ekonomi konusunda daha rasyonel politikalara döndüğü bir yıl olmuştur. Türkiye, 2002’de patlayan Ukrayna-Rus savaşında pragmatik bir denge politikası izlemiş ve jeopolitik durumunun, 1945’lerde olduğu gibi, gerektirdiği davranışı sergilemiştir. Türkiye’nin Amerika açısından önemli jeopolitiği, onun birtakım baskılara maruz kalmasına ve yoğun eleştiri alması rağmen kıymetli bir müttefik olarak kabul edilmesini sağlamıştır. Ekonomide “ortodoks ekonomi politikaları”na geri dönülmüş ve Merkez Bankası daha otonom karar alma mekanizmasına sahip olmuştur. Türkiye bir NATO ülkesi olduğunu ifade ederek, şimdilik uluslararası ortamdaki yerini belli etmiştir. Avrupa Birliği üyeliğine yönelik çabalara devam edileceği bildirilmiştir. Amerika ile görüşmelerin sayısı artmış, hukuki durum nedeniyle Avrupa Birliği henüz bir çözüm aşamasına erişmemiştir. Amerikan karşıtlığının yoğun olduğu Türkiye’de Avrupa’nın 70 senedir tam üyelik için Türkiye’yi oyalaması eklenince Türkiye’nin yerinin hangi blokta olması gerektiği, ekonomik açıdan çıkış yapıp yapamayacağı, laik kalıp kalmayacağı tartışılabilir bir duruma gelmiştir.


img

İstanbul Kültür Üniversitesi Öğretim Üyesi

Prof. Dr.
HASAN KÖNİ