Sekülerleşme Teorisine Dair İddialar
Sosyolojinin kurucu figürlerinden Émile Durkheim Sosyolojik Yöntemin Kuralları adlı kitabında şu cümlelere yer vermişti: “[Sosyal bilimcinin] ilk görevi inceleme nesnesini tanımlamak olmalıdır. Böylece hem biz hem de [kendisi] konunun ne olduğunu bilecektir. Bu herhangi bir ispat ya da doğrulamanın ilk ve vazgeçilmez koşuludur. Bir teorinin doğruluğu, hesaba katılması gereken olgular tanımlanmışsa denetlenebilir.”
Bu bakış açısının Türkiye’de de yaygınlaşması gerektiğini düşünüyorum. Ne yazık ki, sekülerleşme kavramı üzerine yapılan birçok çalışma, açık ve net bir sekülerleşme tanımına sahip olmadan, hatta yer yer kavramı farklı anlamlara gelecek şekilde kullanmaktadır. Kavramın ne olduğuna ve hatta ne olmadığına dair metinlere yansıyan bu eksiklik, akademik eserlerin anlatmak istediklerinin flulaşmasına neden olmaktadır. Zira “Sekülerleşme yanlışlandı.” ya da “Sekülerleşme var olan dönüşümü açıklayabiliyor.” ifadeleri, okuyucu için ancak ve ancak sekülerleşmenin ne olduğu açıkça aktarılmış ise anlam kazanıyor. Vurgulanmalıdır ki, sekülerleşmenin evrensel boyutta kabul görmüş ve herkes tarafından kullanılan bir tanımı yoktur. Araştırmacı, farklı operasyonel tanımlardan birini seçebilir ya da kendisi kavramı yeniden tanımlayabilir. Ancak kavram tanımlanmadan yani yazar tarafından nasıl anlaşıldığı açıklanmadan üretilen bir eser eksik kalmaktadır. Bu sebeple sekülerleşme üzerine çalışma yapan araştırmacıların, eserlerinin hemen başında sekülerleşmeyi hangi anlamda kullandıklarını okuyucu ile paylaşmaları gerekmektedir. Kavramsal çerçeve için bu tartışmalara ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Zira araştırılacak şeye yön veren şey aslında bu kavramsal çerçeve olacak.
Bu yazı, sekülerleşme kavramının ne olduğuna ya da ne olmadığına ayrılmadı. Aksine, kavramın ne olduğuna ya da ne olmadığına dair hassasiyet hem akademik metinlerde hem de sosyal ve geleneksel medyada artmaktadır. Bu yazıda üzerinde durmak istediğim konu “sekülerleşme”den ziyade ondan türeyen “sekülerleşme teorisi”dir. Sekülerleşme teorisi modernleşen toplumlarda doğaüstü alanın günlük yaşamı etkileme gücünün azaldığını, yani modernleşen toplumların sekülerleştiklerini iddia etmektedir. Ancak sadece teorinin neyi iddia ettiğini ifade etmek teorik tartışmalar için yeterli olmaktan -şimdilik- uzaktır. Bu sebeple teorinin neyi savunmadığının da vurgulanması gerekmektedir. Aksi takdirde, aslında “sekülerleşme teorisi”ni destekleyecek veriler, teorinin çöktüğünü iddia etmek için kullanılabilmektedir. En azından Türkiye’de yapılan sekülerleşme tartışmalarında bunun örnekleri ile karşılaşılmaktadır. Bu yazıda ise, sekülerleşme teorisiyle ilgili bahsi geçen akademik metinlerde (ve buna paralel olarak köşe yazılarında, sosyal medyada, dersliklerde, konferanslarda vb.) bahsedilen ama teorinin iddia etmediği bazı temel konulardan kısaca bahsedeceğim. İfade edeceklerimin yeni ve orijinal olmadığını, Bryan Wilson ve Steve Bruce’un eserleriyle geniş kitlelere ulaşan klasik sekülerleşme teorisinin iddiaları olduğunu belirtmem gerekiyor. Sadece teorinin evrenselliği noktasında Bruce ile ayrışıyoruz, o da başka bir yazının konusu.
Sekülerleşme Teorisi ve Dinsizleşme
Sekülerleşme teorisinin çöktüğünü iddia edenlerin en sık kullandıkları ifadelerin başında sanırım şu cümle gelmektedir: “Sekülerleşme teorisyenleri dinin modernleşme ile yok olacağını söyledi. Ama modern dünyada halen dindar insanlar vardır. O nedenle teori çökmüştür.”
Bu iddianın iki açıdan değerlendirilmesi gerekmektedir. Birincisi kavramsal çerçeve ile ilgilidir. Diyelim ki, gerçekten sekülerleşme teorisi dinin yok olacağını iddia etmiş olsun, ve gerçekten de halen modern dünyada dine inanan insanlar olduğu için teorinin çökmüş olduğunu kâbul edelim. Bu durumda şu soruyla karşılaşıyoruz: Eğer sekülerleşme teorisi dinin yok olacağını iddia etti ise, bu durumda, dinin geçmişe kıyasla modernleşme sebebi ile güç kaybetmesini, toplumsal prestijinin ve gücünün azalmasını hangi kavramla ifade edeceğiz?
Herhangi bir sekülerleşme teorisyeni, dinin yok olacağını ifade etmedi. Eğer teorisyenlerin böyle bir iddiası yok ise, sekülerleşme teorisinin dinin yok olacağını iddia etmesi hangi veriye ya da teorik tartışmaya dayanıyor? Ne yazık ki hem Batı litaratürü hem de o literatürden sert şekilde etkilenen Türkiye’de bu iddia temellendirilememektedir. Zira, “Sekülerleşme dinin yok olmasıdır.” iddiasını savunan ya da ortaya atan bir teorisyen bulunmamaktadır.
Sekülerleşme teorisine göre, bir birey sekülerleşirken halen bir yaratıcı inancına sahip olabilir. Zira sekülerleşme bireylerin içsel/kalbî teslimiyetinden ya da inancından çok, bu teslimiyetin/inancın dışsal yansımalarını incelemektedir. Yani esas kriter bireylerin inançlı olup olmaması değil, bu inancın günlük hayata ne kadar yansıdığıdır.
Bir diğer temel konu ise dinin ya da diğer doğaüstü öğretilerin hayata ne kadar dokunduğu üzerine kıyaslama yapılması zorunluluğudur. Bireylerin gündelik yaşamı ya kendi geçmişleriyle ya da önceki kuşaklarla kıyaslanmalıdır. Bu durumda oldukça ilginç örneklerle karşılaşılabilir. Örneğin, Allah’ın varlığına inanan ve hatta ibadetlerini aksatmayan bir Müslüman yaşamın farklı alanlarında önceki kuşaklara kıyasla hayatına dini daha az alıyorsa (kıyafet, flört, yeme-içme, cinsellik, eşcinsellere karşı tutum, farklı inanç sahiplerine karşı tutum vb.) bu durumda inançlı olmasına ve hatta ibadet ediyor olmasına rağmen o bireyin sekülerleştiği ifade edilebilir. Bu sebeple “Sekülerleşme teorisine göre modernleşmeyle din yok olacaktı, ama olmadı, o zaman teori çökmüştür.” iddiasının savunulmaması gerekmektedir.
Sekülerleşme Teorisi ve Yeni Dini Formlar
Teorinin çöktüğünü iddia edenlerin kullandıkları argümanlardan biri de yeni dini formlardır. Bu argümana göre, “Geleneksel din yok olmamakta sadece kabuk değiştirmektedir. Bireyler kendi anne-babalarının dinine inanmamaktadırlar; dini kendilerince yorumlamaktadırlar. Buna da sekülerleşme denilmemelidir.”
Din muhakkak kabuk değiştiriyor olabilir. Ve yeni kuşaklar bu dinin aldığı yeni formların içinde hayatlarına devam ediyor olabilirler. Ancak sekülerleşme tartışmaları için bu bilgi çalışmalarda kullanılacak, tartışmanın seyrine yön verecek bir bilgi değildir. Yeni bir dinî forma sahip olan bir bireyle karşılaştığında, bir araştırmacının soracağı ilk soru şu olacaktır: “Bu yeni form, eskiye kıyasla hayatı daha mı az ya da daha mı çok yönlendirmektedir?”
Bu yeni formun oldukça radikal bir grubun savunduğu tarzda bir inancı savunduğunu varsayalım. O zaman bu yeni form aslında bir desekülerleşme anlamına gelecektir. Ancak, bu yeni form, eğer önceki geleneksel dine kıyasla hayata daha az dokunuyorsa, bu durumda sekülerleşme süreci deneyimleniyor demektir. Yeni formların olması ya da olmaması kendi başına sekülerleşme tartışmaları için anlamlı değildir. Vurgulanması gereken esas detay, bu yeni formun geçmişe kıyasla hayata ne kadar yön verebildiğinin ortaya konulmasıdır.
Sekülerleşme Teorisi ve İbadet Kültürü
Sekülerleşme teorisi üzerine yapılan tartışmaları, toplumların kendi tarihlerinden ve o toplumdaki baskın doğaüstü öğretinin ne olduğundan bağımsız yapmak mümkün görünmemektedir. O nedenle, farklı din ya da kültürlerdeki sekülerleşme tartışmalarının yöntemlerini olduğu gibi kendi kültürümüze uygulamak içinden çıkılmaz sorunlarla karşılaşılmasına sebep olabilir. Bunun en bariz örneği, Hıristiyanların çoğunlukta olduğu toplumlarda yapıldığı gibi Müslüman coğrafyalar için de ibadet etme sıklığını öncelemektir. Bu bakış açısı, yani ibadet etme ya da ibadethaneye gitme oranlarını merkeze almak aslında Hıristiyan toplumlardaki sekülerleşme tartışmalarının temel yöntemlerindendir. Ancak böyle bir yöntem, günün İslamı için ya da başka inanç grupları için doğru olmayabilir.
Örneğin İslam, kutsal kitabı ile, hadislerle, sosyal çevre ile bireylerin günlük yaşam aktivitelerini yönlendirmek isterken, 21. yüzyılın Hristiyanlığı için aynı şeyi ifade etmek kolay görünmemektedir. Bu sebepledir ki, her Cuma namazı için camiye gidip cemaatle namaz kılan ve İslam dininin oruç, hac, zekat gibi ibadetlerini eksiksiz yerine getiren bir erkek bireyin, hayatının farklı anlarında İslam’ın ona emrettiklerinin ne kadarını yerine getirip getirmediği sekülerleşme tartışmalarının temel konusudur. İbadet etme oranlarının önemli olmadığını iddia etmiyorum. Ancak günlük yaşamdan bağımsız, sadece ibadete odaklanmış bir sekülerleşme tartışmasının doyurucu olmayacağını ve sekülerleşme merkezli toplumsal dönüşümü yansıtmaktan uzak olacağını savunuyorum.
Sekülerleşme Teorisi ve “Neden sekülerleşmeliyiz?” Sorusu
Sekülerleşme teorisi “neden sekülerleşmeliyiz?” sorusuna yanıt aramamaktadır. Bu soru ile ilgili olarak yapılacak tartışmalar sekülerleşme teorisyenlerini heyecanlandıran tartışmalar değildir. Çünkü bu tartışmalar sonucunda ifade edilenler teorinin geçerliliği ile ilgili olarak bir veri sunmamaktadır. Sekülerleşme sürecinin toplumlar için arzulanır olup olmadığı teorisyenlerin araştırma alanı içinde yer almamaktadır. Teorisyenlerin temel amacı hangi dinamiklerin sekülerleşme sürecine yol açtığını sistematik bir çerçevede ortaya koymaktır. Bu sebeple de seküler toplumların daha iyi-mutlu-ileri olacağının iddiası, öyle olsa da olmasa da, sekülerleşme teorisyenlerinin eserlerinde bulunmamaktadır. Teorisyenler bu süreci açıklarken normatif ifadelerden kaçınmaktadırlar.
Sekülerleşme Teorisi ve Evrensellik İddiası
Klasik sekülerleşme teorisi dünyanın sadece bir bölgesindeki toplumsal dönüşümlerle ilgili değildir. Aksine, modernleşen “tüm” toplumların yaşadıkları toplumsal dönüşüme dair bir iddia sahibidir. Henüz dünya üzerinde hem modernleşen hem de aynı zamanda desekülerleşen bir ülke ya da topluluğa dair yayımlanmış bir çalışma bulunmamaktadır. Tabii ki ileride sekülerleşme teorisinin iddialarını çürüten bir çalışma yayınlanabilir. Böyle bir durumda teorinin terk edilmesi ya da revize edilmesi gerekmektedir. Ancak, günümüzde sadece Batı Avrupa ve Amerika değil aynı zamanda Japonya, Güney Kore, Türkiye, Latin Amerika ülkeleri gibi diğer modern ya da modernleşmekte olan ülkelerin de sekülerleştikleri akademik çalışmalarla ortaya konulmaktadır. O nedenle, sekülerleşme teorisinin iddiasının bir coğrafi bölge ile sınırlı olmadığının vurgulanması gerekmektedir.
Ancak birkez daha vurgulanmalıdır ki, sekülerleşme teorisinin evrensellik iddiası herhangi bir coğrafi bölge için kullanılabilir olması ile ilgili değildir. Teorinin sınanması için öncellikle “modernleşmekte” olan bir bölgenin/ülkenin/topluluğun belirlenmesi gerekmektedir. O nedenle modernleşme sürecinden uzak olan toplumların yaşadıkları sekülerleşme ya da desekülerleşme süreçleri, Peter Berger’in hatalı şekilde yaptığı gibi sekülerleşme teorisini çürütmek için ileri sürülmemelidir. Modernleşme sürecini deneyimlememiş toplumların doğaüstü anlatı ile ilgili olarak yaşadıkları dönüşüm teorisyenler için bir veri değildir.
Sonuç
Sekülerleşme kavramının ve teorisinin Türkiye sosyal bilim camiası için Batı literatürü baz alındığında oldukça yeni oldukları ifade edilebilir. Türkiye’nin sekülerleştiğini iddia eden ilk çalışma Tayfun Amman tarafından sadece 13 sene önce 2010 yılında yayımlandı. Ümit ediyorum ki, yakın gelecekteki tartışmalarda sekülerleşme teorisyenlerinin iddia etmediği fikirler referanssız ve verisiz şekilde teoriye isnat edilmez. Süreç içerisinde teorinin iddia ettiği ve etmediği şeyler ampirik verilerle desteklendikçe ya da yanlışlandıkça, kullanım konusundaki hassesiyetlerde de artış olacağını tahmin ediyorum. Bu bir süreç, ve bu sürecin mimarları olarak görev araştırmacılara düşüyor.
Dipnot
Bu çalışma sekülerleşme kavramını şu şekilde kullanmaktadır: Sekülerleşme, belli bir toplumda belli bir zaman dilimi içerisinde doğaüstü alanın, yani dinin, dinîmsi yapıların, halk inançlarının ve diğer tüm doğaüstü öğretilerin bireysel ve toplumsal düzeydeki prestijlerinin ve gündelik yaşamı şekillendirme güçlerinin azalması demektir.