KÜRESELLEŞMENİN YENİ YÖNÜ: KORUMACILIK VE KAYNAK MİLLİYETÇİLİĞİ

2000’li yılların başında yükselişe geçen küreselleşme rüzgârı, son on yıl içerisinde yön değiştirmeye başlamış ve daha içe kapanık, tedbirli bir ekonomi-politiği beraberinde getirmiştir.

Artık birçok ülke, sadece küresel pazarlarda rekabet etmeyi değil; aynı zamanda stratejik üretim kapasitesini artırmayı, kritik sektörlerde kendine yeterlilik sağlamayı ve dışa bağımlılığı sınırlamayı öncelemektedir. Bu eğilim, dünya ticaretine damga vuran klasik serbest piyasa yaklaşımının sınırlandığı ve devlet müdahalesinin yeniden yükseldiği yeni bir evreyi işaret etmektedir.


2008 küresel mali krizinin ardından yaşanan toparlanma süreci, Brexit gibi politik kırılmalarla ve ABD-Çin arasında tırmanan ticaret gerilimleriyle zaten sancılı ilerliyordu. Fakat özellikle COVID-19 pandemisi ve sonrasında patlak veren Rusya-Ukrayna savaşı, devletlerin dışa bağımlılıkla ilgili bakış açılarını köklü biçimde değiştirmiştir. Sağlık sisteminden enerji kaynaklarına, gıda güvenliğinden teknoloji bileşenlerine kadar birçok alanda yaşanan krizler, üretimin ve kaynak erişiminin stratejik önemini bir kez daha gündeme taşımıştır.


Bu dönüşümün bir diğer yansıması ise “kaynak milliyetçiliği” olarak öne çıkmaktadır. Enerji, maden, su ve tarım gibi yaşamsal nitelikteki kaynaklara sahip olan ülkeler, bu varlıkları artık yalnızca ekonomik değil; aynı zamanda jeopolitik bir koz olarak da değerlendirmektedir. Rusya’nın Avrupa’ya enerji arzını kısıtlaması ya da Çin’in nadir toprak elementleri ihracatına getirdiği sınırlamalar, bu eğilimin ne denli etkili ve belirleyici hâle geldiğini açıkça göstermektedir.


Korumacılık ve Kaynak Milliyetçiliğinin Ekonomik Etkileri


Devletlerin yerli üretimi teşvik etmek, stratejik kaynaklar üzerindeki kontrolü artırmak ve dışa bağımlılığı azaltmak amacıyla uygulamaya koyduğu korumacı politikalar, kısa vadede güvenlik ve istikrar sağlama potansiyeline sahip görünmektedir. Ancak bu eğilimlerin orta ve uzun vadede ekonomik büyüme, yatırım dinamikleri, tedarik güvenliği ve uluslararası iş birliği üzerinde ciddi kırılganlıklar oluşturabileceği de göz ardı edilmemelidir.


Her şeyden önce, gümrük vergileri, kota uygulamaları ve ithalat kısıtlamaları gibi korumacı önlemler, ekonomik büyümeyi doğrudan baskı altına almaktadır. Bu tür müdahaleler, küresel üretim zincirlerinin verimliliğini azaltmakta ve ölçek ekonomilerinin sağladığı rekabet avantajlarını ortadan kaldırmaktadır. Nitekim ABD ile Çin arasında yaşanan ticaret savaşları sürecinde, elektronik ve tarım gibi stratejik sektörlerde gözlemlenen daralma, korumacılığın ekonomik büyüme üzerindeki yavaşlatıcı etkisini açıkça ortaya koymuştur.


Bununla bağlantılı olarak, modern ekonomilerin yüksek derecede entegre ve çok katmanlı tedarik zincirlerine dayandığı günümüzde, bu ağların kırılganlığı da artmaktadır. COVID-19 pandemisi döneminde ortaya çıkan maske, aşı ve mikroçip gibi temel ürünlerdeki arz problemleri, tek bir ülkeye ya da bölgeye aşırı bağımlılığın sistemsel riskleri nasıl büyütebileceğini göstermiştir. Korumacılık politikaları bu yapıları daha da kırılgan hâle getirerek, küresel üretim ve dağıtım süreçlerinde ciddi aksamalara yol açabilmektedir.


Diğer yandan, ithalat maliyetlerini yükselten bu politikalar, tüketici nezdinde fiyat artışlarına neden olmakta ve ürün çeşitliliğini sınırlamaktadır. Yabancı rekabetin azalması, yerli üreticilerin kalite ve yenilikçilik konularında motivasyonlarını zayıflatmakta; bu da tüketicinin hem daha yüksek fiyata hem de daha sınırlı seçenekle karşılaşmasına yol açmaktadır. Özellikle dar gelirli hanehalkları bu durumdan daha fazla etkilenmekte, gelir dağılımı üzerinde de olumsuz etkiler ortaya çıkmaktadır.


Tüm bu gelişmeler, yatırım ortamında belirsizlik yaratmakta ve sermaye hare ketlerini yavaşlatmaktadır. Ticaret politikalarında sık sık yaşanan değişiklikler, sürpriz vergi uygulamaları ya da jeopolitik gelişmelere bağlı olarak alınan dış ticaret kararları, hem uluslararası hem de yerli yatırımcılar açısından öngörülebilirliği azaltmaktadır. Bu ortamda birçok firma, yeni yatırım kararlarını ertelemekte ya da daha temkinli hareket etmeyi tercih etmektedir.


Son olarak, korumacılık ve kaynak milliyetçiliğinin küresel düzeydeki en önemli etkilerinden biri de uluslararası iş birliği kültüründe yaşanan erozyondur. Enerji, gıda veya nadir elementler gibi stratejik öneme sahip kaynaklar üzerindeki kontrollerin sıkılaştırılması, ülkeler arasındaki güven ilişkilerini zedeleyebilmekte ve çok taraflı ticaret yapılarının etkinliğini tartışmaya açmaktadır. Diplomatik düzleme taşınan bu ekonomik gerilimler, yalnızca ticareti değil, jeopolitik dengeyi de tehdit eden bir kırılganlık üretmektedir.


Küreselleşmenin Yavaşlaması ve Yeni Ekonomik Mimari


Son çeyrek yüzyılda küresel ticaretin ve yatırımın ivme kazandığı bir dönem yaşanmıştı. Ancak artık o yüksek tempolu entegrasyon sürecinin yavaşladığı; yerini daha temkinli, daha bölgesel ve daha stratejik odaklı bir ekonomik düzene bıraktığı gözlemleniyor. Akademik literatürde bu dönüşüm “küresel yavaşlama” (slowbalisation) kavramıyla ifade ediliyor. Yani küreselleşme sona ermedi; ama eskisi kadar hızlı ve engelsiz değil.


Boston Consulting Group’un 2023 yılındaki raporuna göre, küresel ticaret hacminin önümüzdeki yıllarda küresel GSYİH artışının gerisinde seyretmesi bekleniyor. Bu durum, özellikle çok uluslu şirketlerin düşük maliyetli üretim modellerini sorgulamaya başladığını ve tedarik zincirlerini kısaltma yoluna gittiklerini gösteriyor. Bir başka ifadeyle, artık şirketler yalnızca maliyet avantajı değil, “dayanıklılık” ve “yakınlık” gibi kriterleri de göz önünde bulundurarak karar veriyor.


Pandemi süreci ve jeopolitik gelişmeler, tedarik zincirlerinde sadece ekonomik değil, stratejik güvenlik temelli yaklaşımları da beraberinde getirdi. Avrupa Birliği’nin çip üretiminde Asya’ya olan bağımlılığı azaltmak için başlattığı “AB Çip Yasası”, bu yeni yönelimin kurumsallaşmış örneklerinden biridir. Benzer şekilde ABD, “CHIPS and Science Act” kapsamında kritik sektörlerde üretimi ülke içine çekmeye çalışmaktadır.


Bu gelişmeler yalnızca ticaret kalıplarını değil, aynı zamanda küresel ekonomik mimariyi de dönüştürmektedir. Dünya Ticaret Örgütü gibi çok taraflı yapıların etkisi zayıflarken, ikili ve bölgesel anlaşmalar ön plana çıkıyor. Ayrıca, gelişmekte olan ülkeler kendi finansal altyapılarını oluşturma çabası içindedir. Örneğin BRICS ülkeleri, SWIFT benzeri alternatif ödeme sistemleri kurma konusunda kararlı adımlar atmaktadır.


Görünen o ki, küreselleşmenin yeni evresi; daha seçici ortaklıkların, bölgesel üretim merkezlerinin ve dijital altyapılarla desteklenen ekonomik modellerin şekillendirdiği bir düzen olacak. Bu süreçte ülkeler, yalnızca küresel pazarlar için değil; aynı zamanda kendi iç dirençlerini artıracak bir ekonomik yapılanma için de mücadele edecek.


Uzun Vadeli Yansımalar: Parçalanmış Ekonomi, Zayıflayan Yenilikçilik ve Artan Gerilimler


Küreselleşmenin hız kestiği bu yeni dönemin yalnızca ekonomik verilerle sınırlı olmayan, çok katmanlı etkileri olduğu artık açıkça görülmektedir. Korumacılık ve kaynak milliyetçiliğinin yaygınlaşması, yalnızca ticaret hacmini sınırlamakla kalmamakta; aynı zamanda küresel sistemin yapısal bütünlüğünü tehdit eden bir dönüşüme işaret etmektedir.


1. Ekonomik Bloklaşma ve Parçalanma Eğilimi


Artık küresel düzeyde homojen bir pazar yapısı yerine, daha bölgeselleşmiş ve korunaklı ekonomik kümeler yükselişte. Asya, Avrupa ve Amerika kıtalarında, kendi içinde bütünleşen ama dışa karşı daha ihtiyatlı davranan ekonomik yapılar oluşmaktadır. Bu bloklaşma, Dünya Ticaret Örgütü gibi küresel yönetişim mekanizmalarının etkisini azaltırken, ülkeler arasındaki yapısal eşgüdümü de zayıflatmaktadır.

Örneğin, Avrupa Birliği’nin yeşil mutabakat ve stratejik otonomi politikaları, sadece çevreci bir dönüşüm değil, aynı zamanda bölgesel bir ekonomik kalkınma modelinin ifadesi hâline gelmiştir. Çin’in “Kuşak ve Yol Girişimi” ya da Rusya’nın Avrasya merkezli ekonomik stratejileri de aynı şekilde, küresel bir bütünlükten ziyade blok temelli bir ekonomik mimariyi işaret etmektedir.


2. Yenilikçilikte Zayıflama Riski


Yüksek düzeyde rekabetin olmadığı, yerli üreticilerin koruma kalkanları arkasına saklandığı bir ekonomik ortamda, inovasyon güdüsünün azalması kaçınılmazdır. Küresel rekabet, firmaları daha verimli üretim yapmaya, Ar-Ge yatırımlarını artırmaya ve yeni teknolojiler geliştirmeye zorlayan temel bir dinamiktir. Bu baskının azalması, özellikle gelişmekte olan ülkelerde teknoloji üretiminde yavaşlamaya ve küresel verimlilik artışında düşüşe yol açabilir.


Öte yandan, uluslararası bilgi paylaşımının azalması, sınır ötesi Ar-Ge iş birliklerinin kesintiye uğraması ve üniversite-sanayi bağlantılarının zayıflaması da bu sürecin diğer yüzünü oluşturmaktadır. Küreselleşmenin sunduğu “kolektif öğrenme” ortamı, giderek daha dar ve ulus merkezli ağlarla yer değiştiriyor.


3. Artan Jeopolitik Rekabet ve Kaynak Gerilimleri


Stratejik kaynaklara erişim, artık yalnızca ekonomik bir mesele değil; aynı zamanda ulusal güvenliğin temel bileşenlerinden biri hâline gelmiştir. Enerji, gıda ve nadir madenler üzerindeki küresel rekabet; özellikle Rusya-Ukrayna savaşı ve Çin-Tayvan gerilimleri gibi gelişmelerle daha da keskinleşmiştir. Enerji bağımlılığına karşı alınan tedbirler, ülkelerin dış politikasını da yönlendiren stratejik öncelikler arasında yer almaktadır.


Benzer şekilde, yarı iletkenler, nadir toprak elementleri ya da kritik ham maddelerde yaşanan arz rekabeti, küresel ölçekte yeni çatışma hatlarını şekillendirmektedir. Bu da korumacılık politikalarının sadece ekonomik değil, aynı zamanda jeopolitik boyutta da gerilim üretici bir dinamik taşıdığını göstermektedir.


Sonuç ve Değerlendirme: Küreselleşmenin Yeni Yüzü


Son otuz yıl boyunca küreselleşme, hem ekonomik büyümenin hem de teknolojik ilerlemenin taşıyıcısı olarak görülmekteydi. Ancak günümüzde bu anlayış yerini daha temkinli, daha içe dönük ve stratejik bir yaklaşıma bırakmaktadır. Serbest ticaretin mutlak fayda sağladığına dair inanç, artık yerini ulusal güvenlik, tedarik zinciri direnci ve stratejik özerklik gibi önceliklere bırakmaktadır.


Bu dönüşümün temel karakteristiği; hiper-küreselleşmeden çok merkezli, kırılganlıklara karşı daha dayanıklı bir ekonomik mimariye geçiştir. Korumacılık ve kaynak milliyetçiliği, bir bakıma bu yeni paradigmanın somut uygulama alanlarını oluşturmakta; devletleri kendi üretim altyapılarını yeniden yapılandırmaya, yerli sanayilerini güçlendirmeye ve kritik sektörleri stratejik olarak yönetmeye yönlendirmektedir.


Ancak bu politikaların kısa vadede sunduğu güvenlik duygusu, uzun vadede daha dar kapsamlı bir ekonomik iş birliği ortamına, azalan inovasyon gücüne ve yükselen jeopolitik tansiyonlara yol açma riskini taşımaktadır. COVID-19 pandemisi ve Rusya-Ukrayna savaşı gibi krizler, bu geçişin yalnızca iktisadi bir yönelim değil, aynı zamanda stratejik bir zorunluluk olduğunu da gözler önüne sermiştir.


Türkiye gibi jeopolitik açıdan kritik bir konumda bulunan ve küresel tedarik zincirlerinin yeniden şekillendiği bu süreçte kendine yer açmak isteyen ülkeler için bu dönüşüm hem bir fırsat hem de bir sınav niteliğindedir. Enerji, gıda, savunma sanayi ve dijital altyapı gibi stratejik alanlarda kendi kendine yeterlilik sağlamak, artık yalnızca bir kalkınma hedefi değil; aynı zamanda bir güvenlik politikasıdır.


Küreselleşme bitmemiştir; ama biçim değiştirmiştir. Artık ekonomik iş birliğinden söz edilirken, daha seçici, daha temkinli ve daha çok taraflı modeller gündemdedir. Yeni dönemin anahtar kavramları “dirençlilik”, “stratejik özerklik” ve “bölgesel uyum” olacaktır. Bu çerçevede, ülkelerin rekabet gücünü koruyabilmesi; yalnızca içe kapanma politikalarıyla değil, aynı zamanda dış dünyayla uyumlu ve çok boyutlu ilişkileri sürdürebilme becerisiyle mümkündür.

img

Uzman
HALİL İBRAHİM YILDIZ