HALKIN SESİ Mİ, KRİZİN DİLİ Mİ? POPÜLİZMİN DEMOKRASİ VE EKONOMİ ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ
Son on yılda dünya siyasetinde dikkat çekici bir dalga yükseldi. Kendilerini “halkın gerçek temsilcisi” olarak tanımlayan ve mevcut siyasal düzenin elitlerini hedef alan popülist liderler, Brezilya’dan Macaristan’a, Hindistan’dan Polonya’ya, İtalya’dan ABD’ye kadar geniş bir coğrafyada iktidara ulaştı.
Popülist siyasetin böylesine hızla güç kazanması, şu soruyu yeniden gündeme taşıyor: Popülizm, ekonomiyi ve demokratik işleyişi nasıl etkiliyor?
Bu tartışma yeni değil. 1980’lerde Latin Amerika’da yaşanan deneyimler, popülizmin kısa vadede hızlı bir genişleme yarattığını, fakat birkaç yıl içinde sürdürülemez politikalar nedeniyle ağır ekonomik ve siyasal krizlere sürüklendiğini göstermiştir. “Şeker etkisi” denen bu kısa parlama döneminin ardından yaşanan sert çöküşler, popülizmin uzun vadede kendini tüketen bir siyaset biçimi olduğu yönündeki yargıyı güçlendirmiştir. Bugün küresel ölçekte benzer bir dalga yeniden yükselişte. Günümüzde ülkelerin yaklaşık dörtte birinin popülist liderler tarafından yönetildiğini ve popülizmin bir kez ortaya çıktığı ülkelerde yeniden sahne alma olasılığının belirgin biçimde arttığını gösteriyor. Popülist liderler genellikle daha uzun süre iktidarda kalıyor; görevden ayrılışları ise çoğu zaman olağan dışı krizler, skandallar veya siyasal gerilimlerle belirleniyor.
Popülizm Nedir?
Popülizm en temel hâliyle, siyaseti iki karşıt kampa ayıran bir anlayışa dayanır: “halk” ve “elit.” Popülist söylemde halk, ahlaki üstünlüğe sahip, saf, homojen ve tarih boyunca mağdur edilmiş bir kolektif olarak sunulur. Buna karşılık elit, yozlaşmış, çıkarcı ve ülkeyi krize sürükleyen bir bloktur. Göçmenler, bürokratlar, teknokratlar veya kültürel seçkinler sıklıkla bu elit kategorisine eklemlenir. Popülist lider, bu karşıtlığı keskinleştirerek uzman bilgisini ve teknokratik otoriteyi küçümser; yerine “sağduyu”yu, “halk bilgeliği”ni ve sıradan insanların deneyimlerini siyasetin asıl doğrusu olarak konumlandırır.
Bu siyasal stili modern çağın ürünü değildir; daha eski siyasal geleneklerde de görebilirsiniz. Tarih boyunca birçok lider kendisini “olağanüstü,” “kurtarıcı” ya da “ulusun sesi” olarak konumlandırmıştır. Latin Amerika’daki caudillismo geleneğinde siyasal temsil çoğu zaman liderin kişiliği, arzuları ve tutkularıyla özdeşleşmiş; siyasal düzen, liderin hikâyesi üzerinden biçimlenmiştir. Popülist liderlik, bu tarihsel çizgiyle ortak noktalar taşır: lider kendisini yalnızca temsil eden bir aktör olarak değil, halkın yerine konuşan, halkla özdeşleşen ve halkın iradesini tek başına somutlaştıran bir figür olarak sunar.
Popülizmin bir başka belirleyici unsuru ise krizle kurduğu ilişkidir. Popülist hareketler, mevcut ekonomik veya siyasal sorunları sahneye taşıyarak, büyüterek veya dramatize ederek siyaseti “aciliyet” duygusuna hapseder. Kriz, bir duygu ve algı inşasıdır; karmaşık siyasi süreçleri basitleştirir, toplumsal gerilimleri tek bir anlatı altında toplar ve popülist aktöre “hızlı, aracısız ve radikal çözümler” sunma kapasitesi kazandırır. Bu kriz dili, düzenin çöktüğü, elitin halkı yüzüstü bıraktığı ve ülkenin tehdit altında olduğu iddialarıyla beslenir. Kurumsal mekanizmalar “yavaş siyaset” olarak değersizleştirilirken, popülist liderin eylemi siyasal meşruiyetin tek kaynağı hâline getirilir.
Bu unsurlar bir araya geldiğinde popülizm; halk–elit karşıtlığı, lider-merkezli temsil, kriz üretimi ve duygusal seferberlik üzerine kurulu bütüncül bir siyasal tarz olarak ortaya çıkar ve bu tarzın etkisi, geniş kitlelere basit ama etkili anlatılar kurabilme kapasitesinden beslenir.
Popülizm Demokrasi için Ne Vaat Ediyor?
Popülizmin demokrasiyle ilişkisi hem tehditleri hem de potansiyel katkıları içeren ikili bir yapı sergiler. Popülist söylemin demokrasi açısından yarattığı temel gerilim, toplumu homojen ve ahlaki açıdan üstün bir “halk” bütününe indirgemesidir. Bu söylem, muhalifleri, azınlıkları ve farklı toplumsal kesimleri meşru rakipler olmaktan çıkarır; onları “halk düşmanı” olarak gösterir. Siyasetin ahlaki bir karşıtlık eksenine kayması demokratik müzakere alanını daraltırken, popülist liderin kendisini halkın tek ve gerçek temsilcisi olarak sunması, yasama, yargı ve medya gibi denge-denetim mekanizmalarının etkisizleştirilmesine zemin hazırlar. Bu süreç, yalnızca kurumsal kapasiteyi zayıflatmakla kalmaz; aynı zamanda azınlıkların ve ekonomik olarak kırılgan kesimlerin siyasal dışlanmasını artırarak mevcut toplumsal ve ekonomik eşitsizlikleri daha da derinleştirir.
Bununla birlikte popülizmin demokratik sisteme yalnızca tehdit ürettiğini söylemek eksik ve haksız bir değerlendirme olur. Modern teknokratik ve elitist yönetişim biçimleri, kamusal alanı aşırı derece uzmanlaştırmış; siyasetin gündelik hayattan kopmasına yol açmıştır. Bu bağlamda popülizm, yeterince temsil edilmediğini düşünen geniş halk kesimlerin siyasal alana dönüşünü sağlayan bir kanal işlevi görmektedir. Popülist liderlerin benimsediği doğrudan, aktif ve yer yer kaba iletişim tarzı, siyasi elitlerin teknik jargonuna kıyasla sıradan vatandaşın kendini içinde bulabileceği bir dil üretir. Bu sayede dışlanmış gruplar, “halk” kimliği altında sembolik bir ortak özne olarak yeniden görünür hâle gelir; siyasal ilgi ve katılım belirli ölçüde artar. Ancak bu ivme tek bir kesim etrafında daraldığında, popülizmin başlangıçtaki demokratikleştirici potansiyeli zayıflayarak kurumsal altyapıyı aşındırmaya başlamaktadır.
Popülist Liderlerin Ekonomi ile İmtihanları
Popülizmin siyasal alandaki etkileri kadar, ekonomide yarattığı sonuçlar da giderek daha görünür hâle geliyor. Popülist liderler, iktidara çoğunlukla “ekonomiyi elitlerin elinden geri alma” ve “halkın gerçek çıkarlarını koruma” iddiasıyla gelirler. Kısa vadeli genişlemeci adımlar, artan sosyal transferler veya dışa karşı millî duruş gibi uygulamalar seçmende hızlı bir memnuniyet yaratır. Ancak popülizmin başlangıçtaki çekiciliğinin, zaman içinde yerini belirgin bir ekonomik yavaşlamaya bıraktığı görülmektedir.
Bulgular popülist bir liderin iktidara gelişinden yaklaşık 15 yıl sonra gelir ve tüketimin, karşılaştırılabilir ülkelere göre belirgin biçimde —yaklaşık %10’dan fazla— gerilediğini ortaya koymaktadır. 2000 öncesi dönemlerde bu bozulma daha çok sol-popülizmle ilişkilendirilirken, son yıllarda sağ-popülizmin kültürel ve milliyetçi söylemlerle aynı ekonomik eğilimi yeniden ürettiği görülüyor.
Popülizmin ekonomik bozulmayı ürettiği mekanizmaların başında ekonomik milliyetçilik ve dışa kapanma geliyor. Popülist liderler, IMF, Dünya Bankası ve WTO gibi uluslararası kuruluşlara sert eleştiriler yönelterek millî egemenliği ekonomik iş birliğinin önüne koyan bir pozisyon alırlar. Bu söylem kısa sürede politikalara dönüşür; çalışmalar, popülist yönetimlerin iktidara gelişinden sonraki yıllarda ithalat tarifelerinin ortalama %10 artırdığını gösteriyor.
Korunmacı dönüşümün en görünür örneklerinden biri, ABD Başkanı Donald Trump döneminde yaşandı. Çin’den ithal edilen ürünlerin yaklaşık 370 milyar dolarlık kısmına %10 ila %25 arasında ek tarifeler getirildi; çelik ve alüminyumda %25 ve %10 oranında küresel vergiler uygulandı. ABD Merkez Bankası araştırmaları, bu tarifelerin üretici maliyetlerini yükselttiğini, tüketici fiyatlarını artırdığını ve imalat sanayisinde yaklaşık 175 bin istihdam kaybına yol açtığını gösterdi. Benzer eğilimler Hindistan’da Modi yönetiminde artan gümrük vergilerinde, Arjantin ve Brezilya’da ithalat sınırlamalarında, Macaristan ve Polonya’da yabancı yatırımcıları hedef alan düzenlemelerde de gözleniyor.
Popülist ekonomilerin bir diğer kırılgan alanı mali sürdürülebilirliktir. Popülist hükümetler bütçe dengeleme gerektirdiğinde gerekli adımları atmakta isteksizdir; harcamalar artarken gelir tarafında yapısal düzenlemeler yapılmadığı için kamu borcu hızla yükselir ve orta vadede makroekonomik istikrarsızlık derinleşir.
Buna eşlik eden üçüncü mekanizma ise kurumsal aşınmadır. Yargı bağımsızlığı, basın özgürlüğü ve bürokratik denetim kapasitesi popülist yönetimler altında zayıflar. Kurumsal erozyon yatırım ortamını bozar, yenilik kapasitesini düşürür ve ekonomik kırılganlığı artırır. Aynı zamanda popülist liderin “kuralları değiştirme” yeteneğini güçlendirerek, ekonomik performans kötüleşse dahi iktidarda kalmasını kolaylaştırır.
Refah ve Dağılım Üzerindeki Etkiler
Popülizm çoğu zaman “yoksulların sesi” olma iddiasıyla ortaya çıkar. Ancak farklı bölgesel örnekler, bu iddianın uzun vadede çoğu zaman karşılık bulmadığını göstermektedir.
Latin Amerika bu açıdan çarpıcıdır. Venezuela’da Chávez döneminde petrol gelirlerine dayalı geniş sosyal transfer programları başlangıçta yoksulluğu azaltmış olsa da kurumların zayıflaması ve piyasanın işlevsizleşmesi gelir eşitsizliğini hızla artırmış, orta sınıfı ciddi biçimde erozyona uğratmıştır. Arjantin’de Peronist yönetimler kısa vadeli refah artışları sağlasa da yüksek enflasyon, ülkeden sermaye kaçışı ve ekonomik daralma süreçleri uzun vadeli gelir kayıplarına yol açmıştır.
Avrupa örnekleri de benzer bir tablo sunar. Macaristan’da popülist yönetim aile yardımları ve seçici teşviklerle görünür bir refah hissi üretse de medya kontrolü, yargı bağımsızlığının aşınması ve vergi sisteminin üst gelir gruplarını kayıran bir yapıya dönüşmesi uzun vadede eşitsizliği artırmıştır. Polonya’da 500+ programı başlangıçta yoksulluğu azaltsa da kurumların zayıflaması ve vergi yükünün orta sınıf üzerinde yoğunlaşması eşitsizlikleri yeniden yükseltmiştir.
Bu örnekler, popülizmin belirli gruplara yönelik kısa vadeli rahatlamalar sağlayabilse de dışa kapanma, kurumsal zayıflama ve sürdürülemez ekonomi politikaları nedeniyle uzun vadede hem mutlak refahı düşürdüğünü hem de gelir dağılımını iyileştirmekte zorlandığını göstermektedir.
Popülizmin Geleceği
Popülizmin yükselişi, modern demokrasilerin içine yerleşmiş temsil krizlerinin ve giderek keskinleşen halk–elit karşıtlığının doğal bir sonucu olarak görülüyor. Popülist siyaset, ortaya çıktığı ilk dönemlerde geniş kitlelere yeni bir görünürlük alanı açtı; dışlanmış gruplara siyasal özne olma imkânı sundu ve “halkın sesi” iddiasıyla demokratik enerjiyi belirgin biçimde artırdı. Ancak bu temsil gücünün aynı ölçüde ekonomik refah üretmeye aktarılamadığı da giderek belirginleşiyor. Korumacı politikalar, yürütmenin merkezileşmesi ve kurumsal kapasitenin aşınması, ekonomiyi zamanla daha kırılgan hâle getiriyor; toplumsal kutuplaşma derinleşirken özellikle azınlık grupları daha görünür biçimde dışlanıyor ve eşitsizlikler büyüyor.
Dijital medya ekosistemindeki dönüşüm, popülizmi yalnızca siyasal bir hareket olmaktan çıkarıp güçlü bir iletişim modeline dönüştürmüştür. Sosyal medya platformları, duygusal yoğunluğu yüksek mesajların anlık dolaşıma girebilmesine olanak tanıdığı için kriz dili ve halk–elit karşıtlığı sürekli beslenen bir siyasal zemine dönüşmektedir. Böyle bir ortamda popülist söylem hem daha hızlı yayılmakta hem de geleneksel siyasal merkezle arasındaki mesafe giderek daralmaktadır.
Günümüzde popülizm, bir yandan demokratik kurumların dayanıklılığını sınayan ve kurumsal kapasiteyi zorlayan bir etki yaratırken, diğer yandan siyaseti geniş kitleler için yeniden görünür ve takip edilebilir hâle getiren bir işlev üstlenmektedir. Medya teknolojilerindeki hızlı değişim, süregelen ekonomik belirsizlikler ve temsil krizlerinin derinleşmesi dikkate alındığında, popülizmin yakın gelecekte de siyasal manzarada belirleyici roller üstleneceği öngörülmektedir.


